İLİM, İRFAN ORDUSUNA

Türk milleti 1877’de Osmanlı Devleti olarak başladığı savaşlardan, 1922’de, Türkiye Devleti olarak çıkmıştır. Dile kolay, tam 45 yıl sürmüştür.

Son savaşını canhıraş verir. 19 Mayıs 1919’da başlayan mücadele 9 Eylül 1922’de sona erer. 3 yıl 3 ay 3 hafta da o sürer.

29 Ekim 1923, artık Lozan Antlaşmasıyla bütün dünyanın tanıdığı Türkiye Devleti, Cumhuriyeti ilan ederek Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmuştur.

Artık işgalcilerle savaşın yerini yoklukla, cehaletle savaş almıştır. İki yüz yıldır ıskaladıkları zamanın arkasından koşmaya başlayacaklardır.

Dünyayı dize getirmiş Türkler olmanın büyük özgüveni vardır.

Okul yoktur yaparlar. Yol yoktur açarlar. Basma yoktur, dokurlar. Ayaklarında ayakkabı yoktur, yaparlar. Fabrika yoktur, kurarlar. Hastalıklar kol geziyordur, mücadele ederler ve yenerler.

Bataklıkları kurutur, toprağı işler, su getirirler. Topraktan bereket fışkırtırlar.

Demir ağlarla örerler anayurdu dört baştan.

Bütün bunlar nasıl oldu diye bakıldığında ilk olarak, Başımızda bütün dünyanın saydığı başkumandan vardı cevabı gelir.

Sonra, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! diyerek devam ederler.

Yokluğu yenmeye milletin azim ve kararı vardır.

Yedi düveli dize getirmiş bir millet, o millete çok büyük bir aşkla bağlı büyük kumandan ve o kumandan ölmeyi emrettiğinde düşünmeden itaat eden ülkü sahibi insanlar başarmışlardır.

Peki, bu ülküyü nasıl kazandılar dersiniz? Nasıl olduğunu aşağıdaki yazı mükemmel anlatmaktadır.

Bir döneme mührünü vuran ülkü sahibi büyük adamlardan merhum Necmettin Hacıeminoğlu’nun aşağıdaki yazısı başarıyı getiren duyguyu çok güzel anlatmaktadır. Bugün geçilmeye çalışılan dar geçitten bu yazıda anlatılan duyguların tekrar kazanılmasıyla çıkılacaktır.

Neşe Alten öğretmen ile Nurettin Yılmaz öğretmen Hacıeminoğlu Hoca’nın anlattığı ülkücülerden sadece ikisidir.

Işık Ordusuna Selam

Kalbinde vatan ufuklarına ışık saçmak için çalışan bir ideal adamının imanı, ruhunda kendine güvenen insanların azim ve iradesi, kafanda yarının mamur, müreffeh ve mes’ut Türkiye’sinin altın kapılarını açacak sihirli anahtar… Savaş meydanlarına atılan kahramanlar gibi Anadolu’ya gidiyorsun.

Çanakkale’de, Köprüköy’de, Pilevne’de şehit düşen Mehmetçiklere has bir gururla ilim, irfan ve ışığın ulaşamadığı uzak yurt köşelerine aydınlık götürüyorsun. Artık en sıcak yuvan okul, en sevgili çocuğun öğrenci, en vefalı dostun kitap ve en büyük yardımcın da kalbini dolduran hocalık aşkı, gönlünü saran yurt sevgisi olacaktır

Atıldığın bu hizmet ve fedakârlık yolunda, çetin güçlükler seni yıldırmasın. Önüne dikilecek engeller seni ürkütmesin. Maddî yoksulluklar, manevi sıkıntılar seni ideal yolundan döndürmesin.

Karanlıklara ışık saçmanın; geriliğe, cehalete, taassup ve bâtıl düşüncelere göğüs germenin kolay olmayacağını bilmelisin. Zira kavuşmak istediği hedefe iştiyakla koşan hangi ideal yolcusu bu çeşit güçlüklerle karşılaşmadı? Hangi ideal adamı, yeşil servilerin gölgelediği serin çimenlikler üzerinde yürüyerek gayesine ulaşmıştır? İdeal yolu elbet de dikenli olacaktır. İdeal yolu elbet de uzun ve zorlu, elbet de güçlük ve meşakkatlerle dolu olacaktır.

Ateşli kum çöllerinde, soğuk buz denizlerinde tehlikeli seyahatlere çıkmış ilim fedailerinin hayatını andıran senin yolculuğun, maddeye değil manaya; paraya değil ruha ve şerefe deer verenlerin harcıdır.

Bu yol aydınlık, ışık, hak ve hakikat yoludur. Bu yol, göğsü imanla, kalbi cesaretle ve gönlü aşkla dolu olanların yoludur. Bu yol fedakârlıklara katlanmasını, mahrumiyet ve ağırlıklara tahammül göstermesini, tehlikelere göğüs gerip güçlükleri yenmesini bilenlerin yoludur. Bu yol, ülküleri uğrunda gerekirse seve seve ölmesini bilenlerin yoludur.

Fedakâr Türk Öğretmeni!

Savaşların en hayırlısı, senin yurt ufuklarını saran karanlıklarla yaptığın mücadeledir. Başarıların en verimlisi; en uğurlusu senin bu meydanlarda kazandığın zaferlerdir.

Henüz derinliğince okunmamış bir masal, zenginliğince açılmamış bir hazine ve zarifliğince işlenmemiş bir mücevher olan Anadolu’yu senin nurlu gözlerin “okuyacak”, senin uğurlu ellerin “açacak” ve senin usta parmakların “işleyecek”tir. “Her taşı bir yakut olan bu vatan”, “can verme sırrına erenler”le beraber sizin, sizlerindir.

Hayatta paradan başka hiçbir şeyi sevemeyen, gösteriş ve şöhretten, maddî refah ve konfordan başka hiçbir üstün manevi değere inanmayan bedbahtlar elbet de Anadolu’ya gitmek istemezler. Ama daha dün tozlu yollarında neşeyle koşuştuğun, başı mavi dumanlı mor dağlarında çiğdem topladığın, güneşli tarlalarında ekin biçtiğin Anadolu seni bekliyor. Ona kollarını sen açacaksın. Onun yarasını sen saracaksın.

Sabahları ezan sesleri ile uyanacaksın. Eğlencelerin köy düğünleri; dansın efe zeybekleri, dadaş halayları; musikin Avşar türküleri olacak. Bingöl Çobanları’nın kaval seslerini duyacaksın. “Ovanın yeşili”ni “göğün mavisi”ni orada seyredeceksin. Orada, “geçmiş zamanın taşlarda gülen sihirli rüyası”nı yaşayacaksın. Orada “binlerce erin anlı menkıbesi”ni ve “sesi arşa çıkan hengâmeler”i “yad eden” “türbeler, câmiler” ve “eski bahçeler” göreceksin. “İhtiyar çınarlardan, yedi yüz yıl süren hikâyemiz”i dinleyeceksin.

Ey ideal yolcusu!

Gideceğin yerlerde çeşitli tiplerle karşılaşacaksın. Seni hor gören, sana “yukardan bakan” görgüsüz, şımarık ve maddeci bir zümre bulacaksın. Bunlar senin temiz duygularınla, dürüstlüğünle, iman ve idealinle belki de alay edeceklerdir. Mahrum oldukları bu güzel hasletlerin yalnız sende bulunmasına tahammül edemedikleri için yaptıkları çeitli hafifliklere aldırmayacaksın. Kendinden emin her ülkücü gibi, sen de onlara dudak büküp geçmelisin. Acımalısın onlara, kızmamalısın. Bu, kibirli “sonradan görmüş”ler karşısında sakın küçüklük duygusuna kapılma! Kendini, muhitine onlar gibi mevki veya para ile değil, manevi değer ve şahsiyetinle kabul ettirmelisin.

Sen, Tanrısından sonra en çok hocasını seven bir millî geleneğin evlâdısın. Sen, hocasını câmîde bile ayağa kalkarak selâmlayan Fatih’lerin “Ulemânın atının ayağından sıçrayan çamur bizim için bir şereftir.” diyen Yavuz’ların çocuğusun. Böylesine köklü bir gelenekten kuvvet alarak, hocalığı her yerde ve her zaman el üstünde tutulur, baş üstünde taşınır bir haysiyet ve liyakâtle temsil etmelisin.

Hayatta ve bilhassa hocalıkta başarının biricik sırrı olan meslek sevgisi ve vazife aşkını gönlünde birleştirmiş kimse olarak yola çıkıyorsun. Özü özüne, sözü tavır ve hareketlerine uyan; herkesin benzemeğe özendiği örnek insan sen olmalısın.

Vatanını riyâsız seven, milliyetçilik ve inkılâpçılığı iyi kavramış, milletine sözle değil, iş görerek, eser vererek hizmet eden, temiz ahlâklı, hür düşünceli; müsbet zihniyetli, hak, hukuk ve adalet kavramlarına bağlı, millî değer ve geleneklerine hürmetkâr, şahsiyet ve karakter sahibi bir nesil yetiştirmek ilk hedefiniz olmalıdır. Şairin;

“Enbiyâ yurdu bu toprak, şühedâ burcu bu yer;

Bir yıkık türbesinin üstünde Mevlâ titrer!

Dışı batan başa bir nesl-i kerîmin yâdı,

İçi boydan boya milyonla şehîd ecsâdı…

Öyle mebû-ı ehâdet ki bu öksüz toprak;

Oh, bir sıksa adam otları kan fışkıracak!”

Mısraları ile dile getirdiği bu vatanda her birinizin elle tutulur birer müsbet eseriniz bulunmalı.

Alıntı: Hakan Paksoy

This entry was posted in Gündem. Bookmark the permalink.

Comments are closed.