“Neme gerek”
Devir, Frenk diyarında Muhteşem Süleyman olarak adlandırılan, Kânûnî Sultan Süleyman devri… Malumâliniz; Avrupa’ya, Asya’ya ve Afrika’ya varan kilometrelerce karelik bir ihtişam söz konusu! Hastalanarak ölmeyi tende utanç addeden; atın sırtını ikametgâh, at üstünde ölmeyi şeref olarak kabullenen Osmanlı Türklerinin en parlak asrı… Bu yüzden olsa gerek, ülkemizde sıkça dillendirilen bir deyiş: “Bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı, sana mı kalacak?”
Fakat her ne kadar karaların ve denizlerin haşmetli hükümdarı olsa da kendisi, cihan devletindeki bozulmanın, Kânûnî ile birlikte başladığı söylenir ki, bu yazının mevzuu o değil…
Hâl böyle iken, yazar Ali Çimen Bey’in tespit ettiği üzere, Kânûnî’nin, devleti yönetiş tarzı dört temel prensibe dayanmakta:
1. Devleti yönetmek için büyük bir ordu
2. Orduyu yönetmek için büyük bir ekonomi
3. Ekonomiyi elde etmek için halkın refahının yüksek olması
4. Halkın refahının yüksek olması için kanunların adil olması.
(…)
Halen, Topkapı Sarayı’nda sergilendiği belirtilen mektuptan esinlenerek nakledeceğim kıssa şu:
Kânûnî, cihan devletini muhteşem bir mevkie getirmiş olmakla birlikte, tedirgindir de… Zira “devletler de bir insan gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür.”
Günü geldiğinde, bu cihan devleti de, çöküşle yüzleşecek midir acaba?
Depreşen derin tedirginliğini, devrin meşhur âlimlerinden, Yahya Efendi’ye mektup vasıtasıyla bildirir Kânûnî: “Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de bizi tenvir buyur. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının akıbeti nice olur? Bir gün olur da izmihlale uğrar mı?”
Mektubu okuyan Yahya Efendi, manidar bir cevapla döner hükümdara: “Neme lazım be Sultanım…”
Cevap karşısında şaşıran Kânûnî, Yahya Efendi’nin bu tavrını anlamlandırmaya çalışır günlerce… Cevapla birlikte, tedirginliği daha da pekişir! Kendi kendine sorar: “Acep, bilmediğimiz bir mânâ mı var?”
Nihayet kalkar, Yahya Efendi’nin yanında alır soluğu… Beşiktaş’taki dergâhta.
Sitemkârdır ona: Cevabı, bir geçiştirme olarak algılamıştır çünkü… Yahya Efendi ise, sultanın bu haline binaen, konuşmaya başlar: “Sultanım sizin sualinizi ciddiye almamak kabil mi? Sualiniz üzerine iyice düşünmüştüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”
Kânûnî tatmin olmamış bir edayla karşılık verir: “Sadece, ’Neme lazım be sultanım’demişsiniz. Sanki, beni böyle işlere karıştırma, der gibi bir mânâ çıkarıyorum…”
Kânûnî’nin bu algılayışına ibretlik bir cevapla mukabelede bulunur Yahya Efendi: “Sultanım! Bu devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de neme lazım deyip uzaklaşsa, sonra koyunları kurtlar değil çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizlese, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese… İşte o zaman devletin sonu görünür! Böyle hâdiselerden sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır, asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur; çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hale gelir.”
Karaların ve denizlerin haşmetli hükümdarı, yalnızca gözyaşı dökerek tasdik eder bu açıklamaları… İkaz edici âlimlere sahip olduğu için, bir kez daha şükreder Allah’a ve uzaklaşır oracıktan. Kânûnî’nin yazdığı şu mısra ise, bu toprakların sonraki hükümdarları açısından hayatî niteliktedir :
“Saltanat didükleri ancak cihan gavgasıdır.
Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi…”
*Afşin Selim Yeniçağ
This entry was posted in
Hikayeler. Bookmark the
permalink.