KÜRESEL BOYUTLU BİR KAVRAM: ŞEREF

KÜRESEL BOYUTLU BİR KAVRAM: ŞEREF

Bu yazıda sık sık “şeref” kavramından söz edilmiştir, geliniz hep birlikte bu kavram üzerine de kısaca eğilelim.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insanlar yaratmaktadırlar.

O değerlerin başında gelen “şeref” ise, AİHM, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında bütün uygar hukuk dünyasında en yüksek değer olarak benimsenmiştir.

Çünkü şeref, rastgele, sıradan bir kavram değildir. Bütün uygar dünyada her hukuk öznesinin manevi varlığını, tinsel bütünlüğünü anlatan, bu konuda kendisinin ve başkalarının düşüncelerini, yargılarını sergileyen toplumsal ve bireysel en sağlam ve en yüce bir kavramdır.

Ancak dilimizde, Türkçe’mizde, ne yazık ki, yoktur, bu kavram. Olmadığı için de Arapçadan aldığımız “şeref” sözcüğü ve kavramı üzerine hem Arap ve hem de batılı düşünürler çok eğilmişlerdir.

Nitekim annesinden doğan her İNSAN için, ahlak ve hukuk açısından, Alman Anayasası’nın birinci maddesinin birinci fıkrasında bu konuda şu değerlendirme yapılmıştır: “İnsanın ŞEREfine (özsaygı, saygınlık) dokunulamaz. Bütün devlet gücü, bu değere saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür.

Çünkü ahlakın, dolayısıyla hukukun gözünde anneden doğan her bebek, “şeref”iyle birlikte doğmuştur; dolayısıyla devlet dâhil, ona bebekliğinden başlayarak herkes, her açıdan saygı göstermek zorundadır. 

Peki, nedir bu “şeref”?

Geliniz bu soruyu birlikte soralım, bu sorunsalın (problematik) üzerine birlikte eğilelim.

Önceden belirteyim ki, bu konuda ilkin eksik ve çok üzücü bir olguyla karşılaşmaktayız!

Çünkü ana dilimizde, Türkçemizde, yukarıda da değinildiği gibi, şeref kavramının karşılığı yoktur; hiçbir zaman da olmamıştır.

Sorduğum dilciler ise tanım konusunda duraksadılar. 

Bilen, bulan varsa buyursun. En azından bizleri de bu yük ve beklentiden kurtarsın.

Nitekim bu nedenle birkaç yıl önce yayımlanan bir yazımda, Arapça şeref sözcüğünün yerine “özsaygı” terimini önermiştim (Selçuk, Sami, “Şeref” sözcüğünün yerine “özsaygı,” t24, 1.6.2021).

Ayrıca bilindiği üzere Arapçada şeref, bir kimseye gösterilen saygının dayandığı tinsel (manevi) yücelik, ululuk; erdem, yüreklilik vb. üstün niteliklerle kazanılmış ün, övünülecek durum gibi anlamlara gelmektedir.

İşte bu bağlamda Arapçada şeref, eğer kişinin kendi öz nitelikleri ve erdemleriyle ilgili ise “şeref-i zâtî“; konum ve rütbesiyle ilgili ise “şeref-i ârizî” ya da “şeref-i izâfî” olarak adlandırılmıştır. Bundan başka sözgelimi, “şeref-ül mekân bi’l-mekin” sözünün anlamı ve insanlara ulaştırdığı ileti de çok düşündürücü olup, her meslek sahibini, özellikle de iddia ya da savunma makamında bulunanları çok ilgilendirmektedir. Çünkü, “oturulan yer, şerefini orada oturandan alır.” (Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Ankara, 1986, s. 1186; Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, 2006, III, s. 2937).

Ayrıca kimi düşünürlerce şeref kavramı ikiye ayrılmaktadır.

Birincisi, kişinin kendi tinsel (manevi) varlığı hakkında beslediği kanı ve kişisel değerlendirme anlamında öznel, bireysel olan “iç şeref“tir. Kişinin kendisi karşısında duyduğu saygıyı anlatan bu sözün karşılığı, bizce Türkçemizde kullanılan ve yine Arapça’dan alınan “izzet-i nefis” sözüdür. Bu sözün karşılığı, Arapçada yukarıda değinilen “şeref-i zâtî”; Batı dillerinde ise, sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyancada “respect de soi, amour de soi, self love, amor proprio, amore proprio” terimleridir.

İkincisi ise, kişi hakkında başkalarının, toplumun beslediği kanı, değerlendirme anlamında nesnel, toplumsal, değer biçici (normatif) “dış şeref” olup Türkçede karşılığı “saygınlık”; bunların Arapça karşılıkları ise kanımızca Türkçemizdeki “haysiyet” ya da “itibar“dır. Ancak Arapça asıl karşılığı, yine yukarıda değindiğimiz gibi, konum ve rütbeyi dillendiren “şeref-i ârizî” ya da “şeref-i izâfî” sözleri olmak gerekir. Bu sözlerin başlıca Batı dillerindeki karşılıkları da sırasıyla Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca olarak “réputation, reputation, reputación, reputazione” sözcükleridir.

Biliyor musunuz, bütün bu yaklaşımlar, Batı toplumları açısından çok değerli, çok da geçerlidir?

Çünkü, dünlerde de bugülerde de Batı toplumlarında geçerli olan hukuk düzeninin dışında, ancak ahlak anlayışının odağında yer alan “şeref” kavramının kökleri ve kaynakları, Eski Yunan felsefesine değin uzanmaktadır. Nitekim Eski Yunan’ın kent devletlerinde toplumsal konumla ilgili olarak şerefli duruş, soylulara özgü en yüce değer sayılmıştır. (Taner, Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, İstanbul, 2011, s. 18.)

Bu nedenlerle “sorgulanıp eleştirilmeyen yaşam, yaşanmaya değmez” diyen; insanı, kendisine ve başkalarına akılcı bir soru sorulduğunda akılcı yanıtlar verebilen “sorumlu” bir varlık, bir ahlak ve hukuk öznesi olarak algılayan Sokrates, ilkelerinden ve şerefinden ömrü boyunca asla hiç ödün vermemiş; ölüm cezasına hüküm giydiği zaman bile, yargılamanın adil olmadığını bilmesine ve söylemesine karşın, devletin yasalarına uymak gerektiğini belirterek, kendisine verilen baldıran ağısını, her zaman olduğu gibi, görünen ne ise o olan, daha doğrusu olmak gerektiğine inanan bir düşünüre yakışan bir davranışla içmekte hiç duraksamamıştır.

Nitekim Merhum Anday, bu olayı şöyle değerlendirmektedir: “Felsefe” sözcüğü, Yunanca “sevgi” (philia) ve “bilgi / bilgelik” (sophia) sözcüklerinin birleşmesinden oluşmakta, dolayısıyla “bilgi / bilgelik sevgisi” demektir. Bu nedenle Türkçede bu anlamda kullanılan “felsefe” ya da “filosofi” (philosophie) sözcükleri doğrudur. Buna karşılık felsefeci anlamında kullanılıp, “z” harfiyle yazılan “filozof” sözcüğü yanlıştır. Zira Yunanca “zophus” sözcüğü “karanlık” anlamına geldiği için filozof sözcüğü zorunlu olarak “karanlık seven, karanlık sever” anlamına gelmekte, buna karşılık “bilgi seven, bilge sever” anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla doğru sözcük, filozof değil “filosof”tur (Melih Cevdet Anday, En Önemli İş, Cumhuriyet, 30 Eylül 1994).

Yine Roma’da Stoacı Filosof (Yıldırım, Cemal, Bilimsel Düşünme Yöntemi, Ankara, 2008, s. 341) Seneca, İmparator Neron’a suikast düzenlediği iddiasıyla yargılanıp ölüm cezasına çarptırıldığı zaman, kendisine cezanın yerine getirilme biçimini seçme olanağı tanınması, buna karşılık vasiyetnamesini yazması için zaman verilmemesi üzerine, son anında yanında bulunan eşine ve çocuklarına dönerek “Üzülmeyin, size akçalı zenginliklerden daha değerli bir şey bırakıyorum: Şerefli ve erdemli bir yaşam” demiştir

Aynı nedenlerle pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler ve kurnazlıklar, insanın kendisine karşı bir saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılarak tarihte çok ağır kınamaların konusu olmuş ve Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref değeri, “insan saygınlığı” (dignité humaine), “temel ilke” (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Ahlak Felsefesinin Sorunları, Hazırlayan Thomas Schröder, [Tuncay Birkan], İstanbul, 2012, s. 12).

Ayrıca bu konuda aşağıdaki noktaları da asla unutmamak gerekir.

Bilindiği üzere değerleri, toplum içinde yaşayan insan yaratmıştır. O değerlerin başında gelen “şeref” ise, yineleme pahasına belirtelim ki, AİHM’nin, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve ilk mahkemelerin kararlarında yüksek bir değer olarak benimsenmiştir. Zira şeref, her hukuk öznesinin tinsel bütünlüğünü anlatan, bu bütünlük hakkında kendisinin ve başkalarının düşüncelerini sergileyen toplumsal bir kavramdır.

Türk Ceza Yasası da “şerefe karşı suçlar“ı aynı kaygıyla düzenlemiş ve insanı aşağılamayı (hakaret) suç saymıştır. Bu durumu da gerekçesinde çağcıl hukukla tutarlı biçimde açıklamıştır: “Hakaret eylemlerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuksal değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer bireyler nezdindeki saygınlığıdır.” (Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).

Bütün bu nedenlerle son çözümlemede biz, şeref karşılığı olarak “özsaygı” terimini ve hukuk dilinde “iç özsaygı” ve “dış özsaygı” ayrımını benimsemekte ve önermekteyiz. Merhum Püsküllüoğlu, “şeref” sözcüğünün karşılığı olarak, nedense Türkçe olmayan Latince kökenli “onur” sözcüğünü benimsemiş, bununla da yetinmemiş, onur sözcüğünün yanı sıra “erdem, yükseklik, yetenekle elde edilmiş iyi ün” sözlerine de yer vermiştir. Yazar, “onur” kavramını da şöyle açıklamıştır: “Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği saygı, insanı insan yapan iç değer. Başkalarının gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer, saygınlık.”

Bu açıklama ise, aslında bizce “iç özsaygı” ve “dış özsaygı” terimlerini de kapsamaktadır. Nitekim Püsküllüoğlu da “özsaygı” terimini kullanmakta ve aşağıdaki biçimde açıklamaktadır: “Kişide, kendi kişiliğini alçaltmaktan insanı alıkoyan ve başkalarının kendisini alçaltmalarını hoş görmeyen duygu, kişinin özüne, kişiliğine beslediği saygı” (Püsküllüoğlu, Ali, Türkçe Sözlük, İstanbul, 2007, s. 1333. 1381, 1623).

Daha önceki “onur”, “şeref” kavramlarının açıklanmasıyla birlikte ele alındığında Püsküllüoğlu’nun bu son açıklaması, bizce “şeref” sözcüğünün karşılığı olan “özsaygı” teriminin yetkin bir tanımıdır.

Ayrıca bu konuda şunu da eklemek gerektiğini düşünmekteyiz: Biz, Türk Dil Kurumunun “Türkçe Sözlük” ve yazım kılavuzlarına karşın, Merhum Püsküllüoğlu gibi, “özsaygı” sözcüğünün yazımının bitişik olduğu görüşündeyiz. Nitekim TDK, 2013 yılında “selfie” karşılığında önerdiği “özçekim” sözcüğünün bitişik yazımını benimsemiştir. Yine Türk Dil Kurumunun yayımladığı “Türkçe Sözlük”te de sırasıyla “ototrof, mazoşist, otomasyon, narsist” sözcüklerinin karşılıkları olan “özbeslenme, özezer, özişler, özsever” sözcükleri bitişik biçimde yazılmıştır.

IV- ŞEREF DEĞERİNİ YÜCELTEN VE ÖRSELEYEN DURUŞLAR

A-YÜCELTEN DURUŞLAR: DÜELLO VE BİR İNTİHAR OLAYI

Unutulmamak gerekir ki, sayın avukatlar, şeref kavramı, Batı’da “yaşam değeri ve yaşam hakkı“yla özdeş, zaman zaman da daha yüksek düzeyde sayılmıştır.

Nitekim bu yüzden düello, yüzyıllarca, hatta daha önceleri şeref değerini kurtarmanın bir yöntemi olarak benimsenip kurumlaşmıştır.

Gerçekten bilindiği üzere düello, iki kişi arasında toplum önünde şerefi kurtarmak amacıyla belli kurallar çerçevesinde öldürücü silahlarla yapılan bir çarpışmadır. Batıda düellonun suç olarak benimsenmesi ve yasaklanması ise, çok sonraları olmuştur.

İnsana şerefini kurtarması için -dikkat ediniz devlete değil- bir başkasına öldürme yetkisini veren düellonun uzun yüzyıllar meşru, hukuksal sayılması kuşkusuz çok düşündürücüdür.

Sözgelimi, düello Fransa’da 1547’de, İngiltere’de 1819’da yasaklanmıştır. Ancak bu yasağa karşın düello, daha sonraki dönemlerde de varlığını sürdürmüştür. Düelloya kurban giden ünlüler arasında, 1832’de henüz 21 yaşında iken öldürülen ve kendi adıyla anılan bir kuramın sahibi Matematikçi Evariste Galois; 1841’de 27 yaşında iken öldürülen Rus yazarı Lermontov; 1857’de 49 yaşında iken öldürülen Rus yazarı ve ozanı Puşkin de bulunmaktadır.

Şeref değeriyle ilgili olarak son bir örneği de izninizle sayın avukatlar, geçen yüzyıldan verelim.

Çünkü sizlerin de kabul edeceğiniz gibi, özünde çok düşündürücü bir örnek, bir dramdır, bu.

Ukraynalı Menşevik bir ailenin çocuğu olarak Fransa’da dünyaya gelen işçi kökenli Pierre Bérégovoy (1925-1993), hukukçu, sosyalist bir siyasetçiydi, birçok bakanlıkta bulunduktan sonra 1992’de Başbakan olmuştu.

Bu görevini yürütürken Başbakan Bérégovoy, kendisi gibi işçi kökenli, ancak daha sonraları çok zengin olan eski ve yakın bir dostundan Paris’te bir daire satın almış; ancak dostu kendisinden faiz almayı reddetmişti.

İşte bunu öğrenen bir kesim basın, bu olayı bir tür çıkar sağlama olarak değerlendirmişti.

Bunun üzerine Başbakan, 1 Mayıs 1993 tarihinde bir ara korumasından ve şoföründen kendisini yalnız bırakmalarını istemiş, onlar uzaklaştıktan sonra da Renault, yani yerli resmi arabasının torpido gözünde bulunan güvenlik görevlisinin tabancasıyla kendi kafasına ateş etmişti.

Görevliler, başbakanı çeyrek saat sonra akşamüstü baygın olarak bulmuşlardı.

Ancak bütün çabalara karşın Başbakan Bérégovoy kurtarılamamıştı.

Bérégovoy, basının o suçlamasından belki kurtulamamıştı, ama bu davranışıyla yaşamından daha çok önem verdiği şerefini kurtarmış, tarihe de şerefini yaşamının üzerinde tutan bir devlet adamı olarak geçmiştir.

Unutmayınız ki, bütün bu örnekler, Batı dünyasının ahlak anlayışında şeref değerinin yaşam değerinin çok üstünde olduğunu ve de Alman Anayasası’nın neden bu değere ilk maddesinde yer verdiğini herkese kolayca anlatmaktadır.

Özetle Batı hukukunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında şeref, başka deyişle insan saygınlığı (dignité humaine), “temel ilke” (principe matriciel) olarak benimsenmiştir (Renucci, Jean François, Droit européen des droits de l’homme, Paris, 2001, s. 1).

En önemlisi, asla unutulmamak gereken ise şudur: Şeref kavramı, Batı’da “yaşam değeri” ya da “yaşam hakkı“yla özdeş sayılmaktadır.

B- ÖRSELEYEN DAVRANIŞLAR: “KALLEŞLİK” VE “İKİYÜZLÜLÜK”

Şerefli olmanın, mertliğin ve erdemin simgesi ve yansıması olarak görülen düello, Batının ahlaka yaklaşımı doğrultusunda uzun süre uygulamada kalırken, beynin bencil düşünmesinin ürünü ve dolayısıyla özünde ahlaksızlığın bir izdüşümü sayılan, eylemsel yalana dayanan kalleşlik, ikiyüzlülük, Brutusvari davranış (brutalità), Batıda her dönemde ahlaka aykırı görülmüş, hiçbir zaman da bağışlanmamıştır.

Bunun en çarpıcı örneği, Sezar’ı MÖ 44 yılında kalleşçe öldüren Brutus’tur. Tarih, acımasız, eli kanlı, buyurgan Sezar’ı bağışlamış, ama kalleş, ikiyüzlü Brutus’u asla bağışlamamış, bu türden ahlaka aykırı, arkadan vurarak öldürme gibi tiksindirici canavarca davranışlara (brutualità) dayanan insan ödürme suçlarını daha ağır yaptırımlarla cezalandırmıştır (Selçuk, Sami, Karşılaştırma Hukuk Açısından Canavarca His Sevkiyle Adam Öldürme, Yargıtay Dergisi, Ekim 1988; Selçuk, Sami Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415-436).

Gerçekten Doğuda pusu kurma, arkadan vurma, kalleşlik gibi yöntemler, kurnazlıklar ve iki yüzlülükler zeki ve başarılı olmanın bir gösterisi olarak görülmüştür, çoğu zaman. Batıda ise, bunlar, insanın kendisine ve topluma karşı saygısızlık (haysiyetsizlik), şerefsizlik sayılmış, tarihte en büyük kınamaların konusu olmuştur.

Nitekim bu konuda önemli örneklerden biri şudur: ABD tarihinde yağma, tren soygunları ve sayısız insanı öldürme gibi birçok suç işleyen ünlü haydut Jesse James, duvarda asılı tablonun tozunu almak ve eğriliğini düzeltmek amacıyla sandalyeye çıktığı sırada, kendisinin başına konan ödülü almak için bu fırsatı kaçırmayan arkadaşı Robert Ford tarafından 3 Nisan 1882 tarihinde arkadan silahla vurularak bencilce ve kalleşçe öldürülmüştür.

Amerikan toplumunun buna tepkisi ise, işte bu ahlak anlayışı doğrultusunda olmuştur. İnsanları acımasızca öldüren, soygunlar yapan, devletçe başına ödüller konulan haydudun bu biçimde öldürülmesini Amerikan halkı mertçe ve insanca bulmamış; katil Robert Ford’u bağışlanamaz bir şeref ve ahlak yoksunu olarak görmüş, onu yıllarca kınayıp durmuştur.

Buna karşılık Jesse James, Amerikan tarihinde efsaneleşmiş, hakkında pek çok kitap yazılmış, yaşamı yirmileri bulan filmlere konu olmuştur.

Bu açıdan Adorno’nun 7 Mayıs 1963 tarihinde ahlak felsefesi üzerine verdiği ilk dersinde söylediği şu sözler, çok düşündürücüdür: “…kafanıza taş atacaksam bunu en baştan söylemiş olmam, size ekmek dağıtacakmışım gibi bir yanılsama yaratmaktan daha iyidir.” (Selçuk, Sami, Adalet ve Yaşayan Hukuk, Ankara, 2009, s. 415 vd.).

Sanırım, bu sözler, kurnazlığın bencilce bir ahlaksızlık olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. Oysa Doğu toplumlarında ve ne yazık ki, bizde kurnazlık, çoğu zaman zekânın bir göstergesi, övünülesi bir duruştur.

İnceleyiniz, lütfen. Doğu toplumlarının saraylarında sultanların, padişahların nabza göre şerbet vererek kendilerini eğlendiren dalkavukları, soytarıları vardır. Buna karşılık Batı toplumlarında tekil anlatımla soytarılık diye bir mesleğin bulunup bulunmadığını ben bilmiyorsam da sözgelimi Başkan Einsenhower, Beyaz Saray’da dönemin düşünürlerini, kendi başarılarını övmeleri, yaltaklık etmeleri için değil, her sabah bir gün önce hangi yanlışları yaptığını söylemeleri için sürekli görevlendirmiştir.

İşte bu Batı anlayışına göre, kaynak yasalarda “kalleşçe, arkadan vurmak suretiyle” (İtalyanca brutalità, Fransızca brutalité) anlamlarına gelen sözcük, zamanla bir hukuk kavramına dönüşmüş, Türkçe yasalara da “canavarca duyguyla” diye aktarılmıştır. Haksızlık içeriği ağır olduğu için de bu kalleşçe insan öldürme, sıradan insan öldürmeden daha ağır sayılarak daha ağır cezalandırılmış ve nitelikli insan öldürme suçu olarak birçok yasada ve Batı’dan aktarılan bizim Türk ceza yasalarında da yerini almıştır (TCY, m. 82[1]b, Eski TCY, m. 450/3, İtalyan 1889 CY, m. 366/3, İtalyan 1930 CY m. 577/4, [61/1], Fransız 1810 CY, m. 303).

Bu arada Schopenhauer’ın “şeref kavramının doğu toplumlarında hiçbir değeri ve anlamı yoktur” biçimindeki değerlendirmesi de bizim için elbette çok acımasızdır.

Ancak doğru ise, çok düşündürücüdür de hiç kuşkusuz.

Yine düşündürücü olan bir başka nokta da Arapça üst bir kavram olan şeref sözcüğünün Türkçede tam karşılığının bulunmamasıdır. Belki ulaşamadığımız kaynaklarda ya da tarama sözlüklerinde vardır. Bulan olursa kendimizi ona borçlu sayarız. Eğer yoksa, unutmayalım ki, bu sözcüğün karşılığı olarak kullanılan “onur” sözcüğü, Türk diline İtalyancası “onore,” olan Fransızcası “honneur” (İngilizce ve İspanyolca honor) sözcüğünden Kırım Savaşı sırasında on dokuzuncu yüzyılda girmiştir (Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lügati, Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Türkçe Büyük Sözlük, III, İstanbul, 2006, s. 2393).

Siz siz olan saygıdeğer insanlar, şeref değerinizden asla ödün vermeyin.

Şerefin yitirilmesi çok kolay, ancak kazanılması asla kolay değildir.

Çünkü şeref, bir kez yitirilince bir daha geri gelmez, gelemez.

ŞEREFLİ BİR ÖMÜR DİLERİM (K.Ş.)

Alıntı: Sami Selçuk

This entry was posted in Gündem. Bookmark the permalink.

Comments are closed.