MAKUL BİR DÖNÜŞ

MAKUL BİR DÖNÜŞ

Ârif bir insandır Cabi Efendi. Hakikati kitapta değil hayatın kendisinde bulanlardandır. Dama oynamaktan müthiş zevk almaktadır. Kendi gibi dama taşlarına tutkun bir arkadaşı da vardır: Ali Dânâ Efendi. Onunla bahçede oynadıkları oyunları, unutulmaz matları, hileleri, on saat yemek yemeden, su içmeden dama oynadıklarını hep hatırlamaktadır. Cabi Efendi’nin kendi ifadesine göre, “Damaya olan bu tiryakiliğinden dolayı çoluğunun çocuğunun iftirasına, doktorların garazına uğramış ve soluğu tımarhanede alıvermiş.”
İşte böyle bir adamdır Cabi Efendi. Ömer Seyfettin’in Mermer Tezgâh, Tütün, Dama Taşları, Makul Bir Dönüş Vb. Acaba Ne İdi? adlı bir tür, dizi hikâyelerinin kahramanıdır.
Değerli dostu Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin’in bu sevimli hikâye kahramanı ile ilgili şöyle demiş:
“Onun yarattığı tiplerden biri de Cabi Efendi idi. Bu bir ihtiyar eksantirik adamdır. Dama Taşları hikayesinde zavallı Cabi Efendinin çıldırıp tımarhaneye sokulduğunu anlatır. Birinci Cihan Harbi neticesinde eşya fiyatları birdenbire fırlayınca bir gün kendisine:
-Ömer senin Cabi Efendi akıllanarak tımarhaneden çıksa bu hayat pahalılığı karşısında ne yapar? dedim.
Ertesi günü bana enfes bir hikâye verdi: Makul Bir Dönüş.
İşte bizim de bu yazıda özellikle üzerinde duracağımız hikâye, Makul Bir Dönüş’tür.
Tımarhanede dört yıl ikâmet etmek zorunda kalan Cabi Efendi’nin artık akıllandığına kanaat getiren doktorlar onu tımarhaneden taburcu etmeye karar vermişlerdir.
Dışarı çıkma vakti geldiğinde doktorlardan biri Cabi Efendiye yardımcı olmak için bir lira borç para verir. Çünkü dışarıdaki hayat bu dört yıl zarfında, Birinci Dünya Savaşının getirdiği kâbusla da her bakımdan çok süratli bir şekilde değişmiştir.
Doktorun uzattığı kâğıt parçasını görünce “Bu ne?” diye şaşıran Cabi Efendi, bu durumu kendisinin akıllanıp akıllanmadığını ölçmek için yapılan bir oyun olduğunu zannetmişti. Halbuki memleket gerçekten ekonomik bakımdan iflas etmiş bir hâldeydi ve Cabi Efendinin bu durumdan zerre miktar haberi yoktu.
Dışarıya fırladı. Açık havada yürümeye başladı. Parke döşeli sokak tertemizdi. “Demek buranın belediyesi millî geleneği bozmuş!” dedi.
Fakat …Hayır belediyecilik anlayışında herhangi bir değişiklik yoktu. Esen çılgın bir rüzgâr sokakta fevkalâde büyük bir temizlik yapıyordu. İlâhi bir süpürge sayesinde çerçöp temizleniyordu.
Ya çarşı pazar ne haldeydi? Orada da durum dört yıl öncesine hiç benzemiyor aksine felaketleri oynuyordu.
Etrafında, üstü başı perişan adamlar, sararmış zayıf kadınlar, başıkabak çocuklar; sıra sıra dizilmiş boş dükkanlar, kapalı fırınlar. Sahip oldukları paranın değersizliği, akla hayale gelmedik yüksek fiyatlar, her şey ama her şey Cabi Efendi’nin aklını başından alıyordu. İstanbul onun bildiği İstanbul değildi artık.
Cabi Efendi’nin dışarıya çıkması hiç de iyi olmamıştı. Karşısına çıkan her tuhaf işin tımarhane idaresi tarafından hazırlanmış bir oyun olduğunu düşünmeye başladı. Asabı bozuldu. Muhakeme gücü azaldı. Hele bir kahvede oturup “Hâlis bir kahve, evet nohuttan değil gerçek kahveden yapılmış bir kahve…” isteyip yudumlarken pencere kenarındakilerin konuştukları onu iyice şaşırtmıştı. “Cihan harbi mi?… Otuz bu kadar devlet nasıl birbirine harp ilan edebilir?.. Yoksa tımarhaneler mi boşalmıştı?” Ona göre artık herkes aklını yitirmiş saçmalayıp duruyordu.
Bütün bu gariplikler karşısında dışarıda nefes alamayacak hâle gelen Cabi Efendi, sonunda Toptaşı Tımarhanesine geri döner ve doktora “Beni içeri tıkınız. Allah aşkınıza! Ya ben akıllanmamışım ya bütün dünya zırdeli olmuş.” diyerek yalvarır. 

This entry was posted in Hikayeler. Bookmark the permalink.

Comments are closed.