Kategoriler
- Atasözleri Vecizeler (572)
- Fıkralar (582)
- Gündem (1.813)
- Hikayeler (635)
- Şiirlerim (712)
- Tarihte Bugün (229)
- Yazılarım (659)
-
Son Yazılar
En Çok Okunan Kategori
Takvim
Kontrol Panel
Ağu
27
“22 GÜN 22 GECE SAKARYA”
101 yıl önce, 23 Ağustos 1921 Salı günü…
Sakarya Meydan Muharebesi’nin başladığı gün…
Millî Mücadele’nin İstiklal Savaşı evresi, 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Yunanlar tarafından işgaliyle başlar ve 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Andlaşması’yla son bulur.
Sınırsız bir işgal hırsı ve hayaliyle yola çıkan İngiliz desteğindeki Yunan Küçük Asya Ordusu, Sakarya Meydan Muharebesi’nde ağır bir yenilgiye uğratılır.
Sakarya Meydan Muharebesi, 22 gün 22 gece sürer. Savaş tarihinin en uzun ve en kanlı meydan muharebesi…
Yokluk, kıtlık ve milletin kalan son atımlık cephanesiydi…
22 günde, yaklaşık 15 bin asker şehit düştü. Toplam zayiat, 40 bin civarında. Günde 700 kahraman, vatanı yeşertmek için kanını verdi… Mustafa Kemal Paşa’nın deyimiyle, “Büyük Kanlı Savaş̧”…
***
Sakarya Meydan Muharebesi, Türk tarihi açısından önemli bir kilometre taşıdır. İstiklal Savaşı’nın da bir dönüm noktasıdır… Bu zaferi tamamlayan 26 Ağustos 1922 günü başlayan “Büyük Taarruz” ve 30 Ağustos 1922 “Başkomutan Meydan Muharebesi”, Türk Milleti’ni yok olmaktan kurtarır. Türklerin yok olmasını hedefleyen “Sevr Anlaşması”, Mustafa Kemal Paşa ve onun yanında savaşan kahramanlarca çöpe atılır, yerine 24 Temmuz 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu Lozan Barış Andlaşması imzalanır.
Osmanlı Devleti’nde 1683 yılında, İkinci Viyana kuşatmasıyla başlayan Türk toprak kaybı ve çekilmesi 238 yıl sürer… Sakarya Meydan Muharebesi, Osmanlı’da 300 yıldır süren çözülüşün son bulduğu, Savaş Tarihi’nin en uzun kanlı muharebelerinden biridir. Bu çekilme, 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’yle durdurulur. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa tarafından…
Mustafa Kemal Paşa, o ünlü emrini burada verir: “Savunma hattı yoktur. Savunma alanı vardır. O alan bütün vatandır. Yurdun her karış̧ toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz…”
Bu emir, savaş tarihinde, o döneme kadar uygulanmayan yeni bir savunma anlayışıdır.
Ve bu emri, 40 yaşında bir komutan verir. 238 yıllık çekilmeyi durduran komutan… Savaş̧ tarihine, adını altın harflerle yazdıran Başkomutan Mustafa Kemal Paşa…
***
Küçük Asya Ordusu Komutanı Papulas’ın dilinden dökülen şu sözcükler, Mustafa Kemal Paşa’nın Sakarya Meydan Muharebesi’nde uyguladığı savunma stratejisinin etkisini açıklar:
“Düşman dağılmadı. Bilmediğimiz bir askerî anlayışla savaşıyor… Kabul edelim ki, düşmanın taktiğini de azmini de yenemiyoruz…”(1)
Yunan Genelkurmay Başkanı Yardımcısı General Stratigos, savaştan sonra yazdığı raporda şöyle diyordu:
“Yunan iradesi, Mustafa Kemal’in önünde baş eğdi.”(2)
Yedi sözcükle, Küçük Asya Ordusu ile arkasındaki Büyük Britanya’nın hezimetini özetlemişti…
Ve tarih nankör değil, Mustafa Kemal Paşa’ya hakkını teslim eder…
Büyük İskender, Hannibal, Sezar ve Napolyon’u kıskandıracak savaş ustalığı…
Savaşın ustası, barışın efendisi… Başkomutan Mustafa Kemal Paşa…
PADİŞAH TÜRBELERİ
Yunan ordusu Bursa’yı işgal eder.
Megalo İdea’yı gerçekleştirmek hayaliyle Anadolu seferini başlatan Yunan Başbakanı Venizelos’un oğlu, Yunan ordusu komutanlarından Sofoklis Osman Gazi’nin mezarını görmeye gelir.
Sofoklis, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin sandukasını tekmelemeye başladı. Fotoğraf çeken gazetecilerin önünde yüksek sesle:
“Kalk da milletini kurtar.” diye haykırır.
Gazeteler, Yunan Başbakanı’nın oğlu Sofoklis’in bu tarihî haykırışını süslendirerek yazarlar.
Osman Gazi türbesine, Kral Konstantin’in resmini asarlar. Yunan askerleri, Müslüman mezarları ve evliya yatırlarını tuvalet olarak kullanırlar.
Osman Gazi, 595 yıl önce 1326’da vefat etmişti. Elbette cevap veremezdi…
Cevabı, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa verecekti. Hem de çok ağır bir şekilde… Cevap, Yunan tarihinde bir utanç belgesi olarak tarihe geçecekti… Küçük Asya Felaketi…
Çok değil bir ay sonra büyük bir yenilgiye uğrayacak Yunan komutanlar, tarihin en büyük felaketini yaşayacaklardı… Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, ataların hatırasını kurtaracaktı…
PADİŞAH VAHDETTİN’İN DÜĞÜNÜ
Cepheden uzakta, İstanbul’da… Vatanın namus ve şerefini işgalcilerden kurtarmak için, kahramanlar cephede canlarını verirken, Padişah Vahdettin mutlu günlerinden birini yaşıyordu. Çocukluğunda geçirdiği hastalıklar nedeniyle, kamburu çıkmış 61 yaşındaki Padişah evleniyordu.
1 Eylül 1921 günü Sakarya muharebelerinde, Türk Ordusu 82 subay ve 900 er kaybetmişti. Düşmanın Ankara’yı ele geçirmesi tehlikesine karşı Kayseri’ye göç başlamıştı. Daireler, Kayseri’ye taşınıyordu. İşte böyle bir günde, 1 Eylül 1921’de Vahdettin, Yıldız Sarayı’nda görkemli bir düğünle, 18 yaşındaki Nimet Nevzad Hanım’la beşinci evliliğini yapıyordu…
Vahdettin, beşinci evliliğini yaptığında, ilk evliliğinden olan kızları Ulviye Sultan 29, Sabiha Sultan 27 yaşındaydı…
1918 yılı… Osmanlı ordularının her cephede yenildiği bir dönem… 30 Ekim 1918’de, Mondros Ateşkes Anlaşması’yla Osmanlı Devleti fiilen sona eriyordu. Padişah Vahdettin, Osmanlı Devleti’nin yok olduğu böyle bir dönemde düğün yapar. Dördüncü eşi Ayşe Nevvare Hanım’la, henüz 17 yaşında iken 20 Temmuz 1918’de evlenir. Yine görkemli törenle, dördüncü eşini gelin etmişti… Fakat bir fark vardı… Düğün yeri Yıldız Sarayı değil, Dolmabahçe Sarayı’ydı…
***
Sakarya Meydan Muharebesi, vatandan, milletten başka sevgili bilmeyen o kuşağın eseridir… Sakarya Meydan Muharebesi kazanılmasaydı, 30 Ağustos 1922 zaferi olmazdı… Cumhuriyet olmazdı… Türk tarihinden Sakarya ve 30 Ağustos Zaferi’ni çıkarın geriye Türkler’in olmadığı işgal edilmiş bir Türkiye kalır. Türkiye’den Atatürk’ü çıkarın, geriye Afganistan kalır…
Üç Mustafa’ya; Mustafa Kemal (Atatürk), Mustafa İsmet (İnönü), Mustafa Fevzi’ye (Çakmak); vatandan, milletten başka sevgili tanımayan o kuşağa saygı ve minnetle…
Kaynakça:
Babüroğlu, Naim, 22 Gün 22 Gece Sakarya, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2020.
(1) Papulas, General Papulas’ın Hatıratı, Yeni İstanbul Yayınları, 1969; Papulas ve Trikopis, Yunan Generallerin İtirafları, (Haz.: Suat Akgül), Berikan Yayıncılık, Ankara, 2004.
(2) Şimşir, Bilal N., İngiliz Belgeleriyle Sakarya’dan İzmir’e, Milliyet Yayınları Tarih Dizisi: 21, Sıralar Matbaası, İstanbul, 1972.
Alıntı
Ağu
26
KUŞKONMAZ CAMİSİ
KUŞKONMAZ CAMİSİ
Bilim ve aklın birleşmesiyle bir Mimar Sinan şaheseri: 442 yıldır kuş konmayan cami
Üsküdar’daki Kuşkonmaz Camisi’ne 1580 yılından bugüne tek bir kuş bile konmuyor. Caminin bilinmeyen hikâyesi ise büyük ilgi çekti.
Osmanlı Dönemi’nden kalan ve İstanbul’un Üsküdar ilçesinde yer alan Kuşkonmaz Camisi, hikâyesiyle de büyük dikkat çekti.
‘Şemsi Paşa Camii’ adıyla da bilinen Kuşkonmaz Camisi, 1580 yılında Şemsi Ahmed Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırıldı. Cami yaptırmayı isteyen Şemsi Ahmed Paşa, titizliği nedeniyle Mimar Sinan’dan yalnızca, ‘kuşların pisletemeyeceği bir cami’ istedi. Bu isteğin üzerine uzun süre düşünen ve araştırmalarına başlayan usta mimar ise çözümü bilimde buldu.
KUZEY GÜNEY RÜZGÂRLARININ KESİŞTİĞİ NOKTA
Derin araştırmalar içerisinde giren Mimar Sinan, kuşların rüzgârların yönünden etkilenmesi sebebiyle, camiyi kuzey ve güney rüzgarlarının kesiştiği ve dalgaların kıyıyı dövdüğü bir noktayı tercih etti. Bu titreşim seslerinden kuşların rahatsız olacağını düşünen usta mimar, sahilin kıyısındaki yeri tespit ederek caminin yapımına başladı.
442 YILDIR KUŞLAR YAKLAŞMIYOR…
Usta mimarın 442 yıllık eserine, tamamlandığı günden bu yana hiçbir kuş konmuyor.
Mimar Sinan’ın şaheseri, günümüzün en önemli eserlerinden biri olmaya devam ederken ilmin sunduğu imkânları da gözler önüne serdi.
Ağu
25
Conkbayırı, Truva’nın İntikamı (2)
Conkbayırı, Truva’nın İntikamı (2)
Mustafa Kemal, 9 Ağustos 1915 saat 17.30’da, karargâhıyla Conkbayırı’na hareket eder.
Yolda, düşman uçağının bombardımanı altında kalırlar. Conkbayırı Tepesi’ne çıktıklarında, düşman ateşiyle karşılaşırlar.
Mustafa Kemal, bazı komutanların karşı çıkmasına rağmen saldırı kararının kesin olduğunu bildirir. Taarruz için birliklerin hazır olmaları emrini verir.
Verdiği emirde, saldırıda baskın etkisi oluşturmak için kesinlikle tüfek ve top kullanılmayacaktı. Askerler süngü takılı durumda hazır bekleyeceklerdi. Düşmana sessizce yaklaşılacak ve süngü hücumuyla siperlerine girilecekti.
***
Tüm komutanları ve subaylar, hiç uyumadan, her türlü takdirin üstünde, üstün bir gayretle hücum düzenini gece boyunca aldırdılar.
10 Ağustos, Pazartesi sabahı, saat 4.30.
Düşman, 50-100 metre mesafede mevzideydi. Hücum cephesindeki alayın düşman hattına uzaklığı ise sadece 20-30 adımdı. Conkbayırı Tepesi düşman ölüleri ve şehitlerle doluydu. Birlikler, mevcutlarının yaklaşık yarısını önceki muharebede kaybetmişlerdi.
Düşmana kesinlikle top ve tüfek atışı yapılmayacaktı.
Askerler süngü takmış, hücum emrini bekliyorlardı.
Albay Mustafa Kemal 8 ve 9 Ağustos gecesi Birinci Anafartalar Muharebesi nedeniyle uyuyamamıştır. Yorgundur, uykusuzdur, ama büyük sorumluluk taşımaktadır:
Mustafa Kemal saldırı anını anlatıyor:
“Gün doğmak üzere idi. Çadırımın önüne çıktım. Hücum edecek askeri görüyordum. Oradan hücumu yönetecektim. Gecenin karanlık perdesi tamamen kalkmıştı… Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Gayet seri ve kısa bir denetleme yaptım. Yüksek sesle askerlere selam verdim ve dedim ki:
‘Askerler, karşımızdaki düşmanı yeneceğinize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Önce ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız.’ Komutan ve subaylara da, işaretim için askerlerin dikkatini çekmelerini emrettim.”
Emir, bütün askerlere duyuruldu.
Ağır, kararlı adımlarla düşman hattına yaklaştı. Tüm askerlerin görebileceği yüksek bir yere kadar yürüdü. Durdu. Askerlerine baktı. Gün doğarken binlerce süngünün parıltısını onu selamlar gibiydi.
Subaylar ve askerler nefeslerini tutmuş, gölge gibi görünen komutanlarına bakıyorlardı.
Düşmanla arasında sadece 20-30 adım vardı.
Kırbacını başının üzerine kaldırdı. Önce başının çevresinde bir defa çevirdi.
“Ondan sonra hücum safının önünde bir yere kadar gittim ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretini verdim.”
Subaylar haykırdılar: Haydiiiii!
Savaş tarihinde eşine rastlanmayan, büyük ve bir o kadar şiddetli süngü hücumu başladı. Binlerce subay ve asker tek bir beden gibi yıldırım hızıyla atıldı. Yer gök, birden dev bir savaş alanına döndü.
Çığlıklar ve bağrışmalardan başka bir şey duyulmaz oldu.
***
Mustafa Kemal, hemen hemen tüm askerlerin iki-üç dakika sonra öleceklerini bilerek nasıl titremeden, irkilmeden ileriye atıldıklarını boğazı düğümlenerek anlatır.
Kısa sürede, Conkbayırı’nda tek bir düşman kalmadı. Türk askerleri kaçan düşmanın üzerine, yarların tepesinden atlıyordu. Bu anda, “Uçan Türkler”, bir efsane olarak düşmanın savaş günlüklerinde yer alacaktı.
Mustafa Kemal’in bulunduğu tepe de bombardıman altında kaldı; ancak savaşı yönettiği bu yerden ayrılamazdı. Tepe, ağır topçu ateşi altındaydı. Tam bu sırada, sağ elini aniden göğsüne götürür.
“Savaş meydanında saldırıyı seyrederken bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimde bulunan saati parça parça etti. Vücuduma nüfuz etmedi. Yalnız derin bir kan lekesi bıraktı…“
Bir insanın yaşamında çok kritik anlar vardır. Kader anı. Bu şarapnel parçasının çarptığı an da Mustafa Kemal’in yaşamında kritik anlardan biridir.
Conkbayırı dahil, Birinci Anafartalar Muharebesi’nde, Türk kuvvetlerinin toplam kaybı 20 bini buldu. İşgal kuvvetlerinin zayiatı ise, 24.800’dür.
***
İşgal Kuvvetleri Komutanı İngiliz General Hamilton, o akşam günlüğüne şöyle yazar:
“Conkbayırı’nda Türkler çok iyi bir komutana sahipler. Durmadan baskın tarzı deniyorlar. Çok iyi komuta edilen ve yiğitçe dövüşen Türk ordusuna karşı savaşıyoruz. General Birdwood’un (ANZAC Komutanı) harekatın başından beri kahramanca savaşan birlikleri iskelete döndü.”
İngiliz Orgeneral, Mustafa Kemal’e tarih huzurunda hakkını teslim eder.
Mustafa Kemal’in baskın etkisi yaratan taarruzu, düşmanın savaşma azmini ve ruhunu yok etmişti. Conkbayırı Muharebesi’yle tüm cephenin şerefini kurtarmıştı. İşgal devletlerinin İstanbul’a gidiş yolunu tıkamıştı.
Bu, Çanakkale Cephesi’nde bir dönüm noktasıydı.
Mustafa Kemal, üç bin yıl sonra, 10 Ağustos 1915’te Truva’nın ve Hektor’un intikamını almıştı…
Büyük İskender, Hannibal, Sezar ve Napolyon’u kıskandıracak savaş ustalığı…
Savaş Tarihi’nin hükmüdür bu…
…………
Kaynakça:
Naim Babüroğlu, Kemalyeri, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2017.
Naim Babüroğlu, Çanakkale 1915-Almanların Büyük Tuzağı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2017.
Posted in Gündem
Tagged asker, cesaret, conkbayırıalbay, karargah, Mustafa Kemal, savaş, süngü
Conkbayırı, Truva’nın İntikamı (2) için yorumlar kapalı
Ağu
24
UYANMAK VAKTİ
UYANMAK VAKTİ
Bir damla şefkate hasret yürekler
Neler gördü daha ne görecekler
Yıkıldı otağda, orta direkler
Kum tanesi gibi savruluyoruz
Ruhlar doldu gayri kahır almıyor
Huzurla mutluluk daim kalmıyor
Niçin güzellikler bizi bulmuyor?
Hüzün çöllerinde kavruluyoruz
İnsanı zalimce çok soyanlar var
Canlara kanlara göz koyanlar var
Can ile kan ile hep doyanlar var
Her an vampirlerle çevriliyoruz
Ne idik, ne olduk, ne olacağız?
Bu halde birlikte hep solacağız
Kim bilir belki de kaybolacağız
Neden, niçin, nasıl evriliyoruz?
Artık uyanmalı büsbütün millet
İlimle irfanla bitmeli zillet
Ondurmaz bir ırkı bu zalim illet
Sonsuz bir meçhule devriliyoruz
Kenan Şahbaz
Ağu
23
Conkbayırı, Truva’nın intikamı (1)
Conkbayırı, Truva’nın intikamı (1)
Mustafa Kemal, son muharebelerde üç gün üç gece düşmanla çarpışmış, tümeniyle birlikte uyumamıştı. Dört aydan beri süren Arıburnu Cephesi’nin kanlı muharebeleri Mustafa Kemal’i o denli yormuştu ki…
Zayıflamış, hasta denecek kadar bitkin ve yorgun düşmüştü.
8 Ağustos 1915… Anafartalar Grup Komutanlığı’na atanmıştır.
Gece yarısından yarım saat önce, saat 23.30’dur. Atlar hazırlanmıştır.
Karanlık gecede, savaş uğultuları ve düşmanın aydınlatma fişeklerinin parıltısı altında atına biner. Anafartalar Grup Komutanlığı’nı devralmak üzere, Kemalyeri’nden Anafartalar’a doğru hareket eder.
Yıl 1915… 8 Ağustos, günlerden Pazar, saat 23.30’du.
Mustafa Kemal, savaş günlüğüne şunları yazar:
“8/9 Ağustos 1915 gece yarısından önce saat 11.30’da (23.30), gecenin karanlıkları içinde, 19’uncu Tümen karargâhından hareket ettim. Kemalyeri civarından Kocadereköy kuzeyine çıktım. Dört aydan beri ilk kez bir dereceye kadar saf hava soluyordum. Gerçekte, Arıburnu bölgesinin ateş hattında ve orada karargâhlarda yaşayanların soluduğu hava, insan cesetlerinin kokmasıyla niteliğini kaybetmiş bir hava idi.”
Dört aydır süren muharebelerin yaşandığı böyle bir savaş meydanında, Mustafa Kemal yeni komuta yerine doğru gidiyordu. Dört aydan beri ilk kez, tam olmasa da biraz temiz hava soluyordu.
***
Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığı karargâhına ulaştığında, dağınık ve düzensiz birliklerle karşılaşır. Birlikler hakkında yeterli bilgileri alamaz.
9 Ağustos Pazartesi, sabahın erken saatleri… Albay Mustafa Kemal, karargâhıyla muharebeyi sevk ve idare edeceği gözetleme yerine sert adımlarla gelir. En ufak bir yorgunluk belirtisi yoktur. Kararlı, inançlıydı. Zafer adamıydı. Savaşın sanat yönünü severdi.
Birinci Anafartalar Muharebesi… 45 dakikalık topçu ateşinden sonra, saldırı 5.15’te başladı.
Birliklerden raporlar akmaya başlamıştı.
İşgal Kuvvetleri Komutanı, İngiliz General Hamilton savaşı gemiden yönetiyordu. Sabahın erken saatlerinde çok ümitliydi. Saat 6.00’dan sonra manzara kötüleşmeye başlar. Güvendiği askerlerin yığınlar halinde, tepeleri bırakarak kaçışlarını gemi güvertesinden büyük bir üzüntü ve hayal kırıklığı içinde seyreder.
Türkler, Anafartalar tepelerinden süngü hücumuyla düşmana koşuyorlardı.
İngiliz Orgeneral Hamilton, günlük defterine o gece; “İkindi üzeri, saat 18.00’de bütün cephe birden çökmüş gibiydi… Düşman (Türkler) çok büyük istekle savaşıyor… Yarımadadaki çarpışmalar sırasında kalbim nasır bağladı. Ama bu sahnenin acısı yüreğimi parça parça etti… Ne söylense yararsız…” satırlarını, savaşı kaybeden bir komutanın hüzünlü duygularıyla yazdı.
Kaynakça:
Naim Babüroğlu, Kemalyeri, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2017.
Naim Babüroğlu, Çanakkale 1915-Almanların Büyük Tuzağı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2017.
Posted in Gündem
Tagged anafartalar, çanakkale, conkbayırı, Deniz, fransızla, İngilizler, kara, Mustafa Kemal, savaş, Türkler, yunanlılar
Conkbayırı, Truva’nın intikamı (1) için yorumlar kapalı
Ağu
22
ALTIN SÖZLER
ALTIN SÖZLER
* “Bugün Türkiye’de Türklüğe ve dolayısıyla Türk bayrağına düşman üç zümre vardır: Moskofçular, kürtçüler ve siyasi ümmetçiler.” H. Nihal Atsız
* “Aklı öldürürsen, ahlak da ölür. Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadıyı satın aldığında adalet ölür. Adalet öldüğünde devlette ölür.” Fatih Sultan Mehmet Han
* “Daha önce yıldızların altında güzel bir gece geçirdiyseniz, herkesin uyuduğu o saatlerde yalnızlığın ve sessizliğin ortasında gizemli bir âlemin belirdiğini bilirsiniz.” Alphonse Daudet
* “Ehliyetsiz kişiler ehil insanlara hep karşı çıkar. Bunun için her Ahmet’in karşısında bir Ebucehil vardır.” Şair sözü
* “Musibetler misafirdir, sabrı görmezse yatıya kalır./ Nimetlerde misafirdir, evde şükrü görmezse çeker gider.”
* “Varsın hayat yalakalara şans tanısın. Ben onuruma fiyat biçemem. Yaşadığım kadar daha yaşasam, tükürülecek eli öpmem.” Ömer Hayyam
* “Beden günahı çeker ve toprağın suyu emdiği gibi kötülükleri emer.” Hz Eyüp (as)
* “İktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar” Lord Acton
Ağu
21
“EFENDİLİK BATIYA, ZİLLET SANA!”
“EFENDİLİK BATIYA, ZİLLET SANA!”
Milyonlarca Afgan uyuşturucu bağımlısı olmuş, izbe yerlerde esrar çekiyordu. Onlara yardım için Türkiye’den giden bir dernek mensubu da başını elleri arasına almış, hıçkırarak ağlıyordu:
“Allah’ım” diyordu, “biz ne yaptık da bu kadar zelil olduk?” “Biz” derken bütün İslam dünyasını kastediyordu.
Evet, bütün İslam dünyası, evrenin sırlarını araştırmak yerine ömrünü “Ne yaparım da cennete giderim?” kaygısı üzerine kurmuş Müslümanlar yüzünden bu kadar zelil oldu.
Ey Müslüman, eğer evreni Allah’ın yarattığına inanıyorsan -ki Müslüman olduğuna göre mutlaka inanıyorsun- evrenin sırlarını araştırmakla işe başla! “Allah’ın hikmeti” diyerek yan gelip yatma; o hikmetin ne olduğunu, nasıl olduğunu bulmaya çalış! “Her şey Kur’an’da var” kolaycılığına da kaçma; “Uzaydaki cisimler nasıl oluyor da birbirinden uzaklaşıyor, şu kadar gen sarmalından nasıl oluyor da birbirine benzemeyen milyonlarca tür ortaya çıkıyor; bunlardan nasıl yararlanır da insanlığı ve bilimi geliştirebilirim?” sorularının cevaplarını aramaya bak!
“Ahlaki sefillik içinde” dediğin, “çöküyor, çökmekte” dediğin Batı bunları yapıyor. Senin araştırmadığın, cennet kaygısıyla yaşayıp öğrenmeye gerek duymadığın sırları öğrenmeye çalışıyor. Batı ahlaksız ama hastalandığın zaman onun cihazlarıyla tahliller yaptırıp filmler çektiriyorsun; onun ilaçlarıyla iyileşip ömrünü uzatmaya çalışıyorsun.
Ey milliyetçi ve Müslüman Türk!
Ülkücü kökenli Aziz Sancar Nobel aldı diye övünmekte haklı olabilirsin. Ama bir kere de düşün; Aziz Sancar nasıl oldu da bu ödülü ABD’deki çalışmalarıyla aldı? Türkiye’de kalsaydı bu ödülü alabilir miydi? Almanya’daki Türk bilim adamları Türkiye’de çalışıyor olsalardı o aşıları icat edebilirler miydi?
Öyleyse ey milliyetçi ve Müslüman kardeşim!
“Sömürüyorlar, cihat, ensar” filan demeyi bırak da Batı böyle bir bilim ortamını nasıl yaratmış, ona bak! Eğer bir Protestan papazı ve eşi Avustralya’nın, Afrika’nın bilmem hangi kabilesinin içinde onlarca yıl yaşayarak bir yandan dininin propagandasını yapıp bir yandan da onların dilleri, kültürleri hakkında ilmî eserler ortaya koyuyorsa o kabileleri de, dünyayı da idare eder; yönetir ve sömürür.
Elektrik, elektronik, bilgisayar, genetik… Batılı bilim adamı çalışıyor. Bir yandan kendi ülkesinde bilim adamı yetiştiriyor, bir yandan da başka ülkelerdeki zekâları ithal ediyor.
Ey Müslüman dünya!
Batı yönetmeye ve sömürmeye devam edecek. Eğer sen cennet kaygısına kapılıp bilimi bir yana bırakırsan; cihat deyip kafa kesmeyi çare olarak görmeye devam edersen; mevcut zihniyetini değiştirmezsen bu devran da böyle sürüp gidecek. Efendilik Batıya, zillet sana!
Alıntı
Ağu
20
BAKKALA TEREYAĞI SATAN KADIN
BAKKALA TEREYAĞI SATAN KADIN
Kocası olmayan yaşlı kadın, tereyağı yapıp bakkala günlük olarak satıyordu. Ancak bakkal tereyağını hiç tartmıyordu Bir gün aklına bir kadının düştü ve kadının getirdiği yağı tartmaya karar verdi. 1 kg olarak tereyağın aslında 900 gram olduğunu görünce çok sinirlendi. Ve ertesi gün kadın dükkâna gelince bakkal,
“Bir daha senden tereyağı almayacağım.” dedi. Yaşlı kadın üzülerek,
“Efendim bir yanlışım mı oldu?” diye sordu. Bakkal,
”Senin bana verdiğin yağ 900 gram geldi ayıp değil mi bu yaptığın?” dedi Bunun üzerine kadın şöyle cevap verdi:
“Efendim benim terazim yok, daha önce sizden 1 kilo şeker almıştım onu tartı olarak kullanıyorum.” dedi.
Tabi bakkal utancından ne yapacağını şaşırdı. Böyledir işte dünya, ne ekersen onu biçersin. Kime ne verirsen onu alırsın.
Ağu
19
Rusya Ukrayna’da Türkleri ölüme gönderiyor.
Rusya Ukrayna’da Türkleri ölüme gönderiyor.
Tuva Türklerinin bir uçak dolusu cenazesi memleketine gönderildi.
Gazeteci Khalilova, Rusya’nın Ukrayna’da ölüme gönderdiği Tuva Türklerini cenazelerini paylaştı. Görüntülerde, bir uçak dolusu cenaze görülüyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle, savaşın başından beri bölgeden gelişmeleri aktaran gazeteci Gülsüm Khalilova, Rusya’nın savaş meydanına gönderdiği azınlıkların videosunu yayınladı. Khalilova, özerk bir Türk Cumhuriyeti olan Tuva’ya getirilen bir uçak dolusu cansız bedenin görüntülerini yayınladı.
Twitter hesabından paylaşımda bulunan Khalilova, “Rusya Ukrayna savaşında azınlıkları ölüme göndermeye davam ediyor…” diyerek şu ifadeleri kullandı:
“Rusya’da Nüfusu sadece 313.000 olan (Rusya nüfusunun %0.22’si) Özerk Türkiye Cumhuriyeti Tuva’ya bir uçak dolusu ceset daha geldi.”
Alıntı: Yeniçağ
Ağu
18
ÖDENEMEYEN BORÇLAR…
ÖDENEMEYEN BORÇLAR…
Sene 1915… Bir tren, Bilecik İstasyonu’ nda beklemektedir. Sevkiyat subaylarından Abdülkadir Bey, vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla ve şüpheyle yaklaşır. O anda çakan şimşeğin aydınlığında şunlara şahit olur: Ak saçlı, beli bükülmüş, soluk benizli, başı beyaz yaşmaklı ihtiyar bir Türk anası, çakılmış gibi orada durmakta ve yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen, huşû içinde beklemektedir. Anadolu’nun cefakâr, vefa timsali ve sabırlı anası ile Abdülkadir Bey arasında şu konuşma geçer:
– Valideciğim, yağmurun altında niye böyle bekliyorsun?
– Trende oğlum var. Onu selametlemeye geldim.
– Oğlun kimdir; nerelisiniz?
– Söğüt’ün Akgünlü Köyünden Mehmed oğlu Hüseyin.
– Onu görmek ister misin, çağırayım mı?
– Sana dua ederim. Ona bir çift sözüm var.
Hüseyin, kısa zamanda bulunup getirilir. Elini öpen oğlunu bağrına basan ana, ona son olarak şu nasihati yapar:
-Hüseyin’im, yiğit oğlum benim!.. Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’ de, ağaların Çanakkale’de şehit düştüler. Bak son yongam sensin. Eğer minarelerden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri sönecekse sütüm sana helal olmasın! Öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya düşerse dayının ruhuna bir Fatiha okumayı unutma. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin.
Hüseyin, anacığının elini öper; ancak bunun son öpüşü olduğunu nereden bilebilirdi ki!.. Yaşlı gözlerle oğluna bakan bu ana, son evladını da dualarla bu şekilde cepheye uğurlar…
İşte aşağıdaki resim bu abidevi kahramanlığın, din ve millet, vatanseverlerinin günümüze kalmış, kalp burkan içli bir hatırasıdır.
“Oğlum sende bizim İsmail’ imizsin, seni Allah için vatan için kurban gönderiyoruz” diyerek evladını şehit verip, 14 yaşındaki son evladını cepheye uğurlayan ellerinden öpülesi anamız.
Şu garibanlığa bakın; üstte yok, elde yok, ayakta yok!
Azmin ve imanın her türlü güce galebe çaldığı, tarihte eşine az rastlanan, namusu, vatanı ve milletinin bekası için gözlerini kırpmadan canlarını veren yüz binlerce kahramanın eseri Çanakkale Zaferi ile 106 yıl önce destan yazan tüm kahramanlarını bir kalbî buruklukla, rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.
ÖDENEMEYEN BORÇLAR
Komutanına, erine; kadınına, erkeğine, bütün cephelerde Çanakkale ‘ de, Sakarya’da, Büyük Taarruzda kanı-teri dökmüş her yüreğe vefa, minnet ve hürmetle…
Alıntı