Baş eğmek, diz çökmek yakışmaz Türk’e, Adalete doyar girdiğim ülke, Atam, Mete Han’dan ta Atatürk’e, Türk’üm, ecdadımı candan sayarım! Türk olmaktan sonsuz şeref duyarım!
Varsa Nerede?
Savaşın bile bir kuralı, düşmanlığın namusu, fikrin haysiyeti olmalıydı… Ama onlar hepsinden mahrum oldukları için öldürürken alçalmada sınır tanımadılar… ‘Silahlı düşman’la baş edemedikleri yerde ‘masum’a vurdular…
Dün 26 Ekim’di, Diyarbakır Bismil’de Çavuşlu köyünden henüz yirmibeş günlük öğretmenken babasıyla birlikte katledilen Neşe Alten’in ve yine Bismil Babahaki’de küçük kızları Mahinur’un gözleri önünde şehit edilen öğretmenler Ayşe ve Numan Konakçı’nın ölüm yıldönümleriydi… Sanki Ekim ayı öğretmenler için ‘kurban’ ayıydı… 1989, 1991 ve 1992’de birer, 1993’te yirmiüç, 1994’te beş, 1995’te dört, 1996’da dört öğretmen Ekim aylarında toprağa düştüler… Işıtmak ve ısıtmak için gittikleri ve bugün katillerine ‘şehitlik’ inşa edilen topraklara…
Korkaklar için kolay hedefti onlar… Darbe yeyince misilleme istiyordu karargâh ve en basit, en risksiz, en alçakça misilleme buydu… Örgütte şöhret yapmak, öne çıkmak, kanlı sicile katkıda bulunmak ve bu esnada eylemi ‘kayıpsız’ atlatmak için kimsesiz ve savunmasız öğretmene vurmak en cazip eylem şekliydi… Hem ideolojik kılıf da hazırdı: Onlar ‘faşist TC’nin asimilasyonla görevli memurları’ydı!.. Böyle anlatıyor bu ‘eylem pratikleri’ni Şemdin Sakık ‘Mektuplar’ında…
Kimisi babalarının kıyamayıp, kendilerine eşlik ettikleri kızlarıydı… Kimisi kocasını yalnız bırakmak istemeyip, dengi toplayarak beşikteki çocuklarıyla bilmedikleri topraklara, ‘kader’e koşan eşlerdi… Çoğu fakir ailelerden gelmeydi, görev bölgesi seçecek lüksleri olamazdı… En ilkel şartlarda çalışmayı göze aldılar… Kapalı okuları açtılar, ilk maaşlarıyla badanaları yaptılar… Stalinist yöntemleri benimseyen bir örgütün korkakça saldırılarıyla son bulacak bir hayatı öğrencilerine sebil ettiler… Nereden bileceklerdi memleketin doğusuna doğru istikbâle koştuklarını zannederken aslında namluya sürülmüş kurşunlara koştuklarını? Diyarbakır Hantepe örneğinde olduğu gibi diğer öğretmen arkadaşlarının yanından ‘seçilerek’ alındılar ve katledildiler…
İsimleri yaşatılsın diye o öğretmenlerin isimleri memleketlerindeki okullara verildi, iyi de yapıldı… Ama ölüm yıldönümlerinde devleti yönetenler hatırlamıyorlar bile onları… Bin yıldır bu topraklarda tutunma kavgası veren bir milletle, döktüğü masum kanıyla doğru orantılı ‘muhatap’laşan bir terör örgütü arasında ne büyük ‘haksız rekabet’tir bu!..
Terör örgütüne ait günler kutlanırken bizim milli günlerimiz yasaklanacak, şehitlerimiz anılmayacak, hatırlanmayacak. Buna rağmen Türkiye demokratikleşmiş olacak…(K.Ş)
Katil yüceltilecek, katliamlar kutsanacak, yıldönümleri kurumsallaşacak ama Anadolu’nun masum ve mazlumları, katledilenler, adalet bekleyenler, hayalleri göğüslerindeki kurşun yangınlarıyla son bulanlar unutulmaya terk edilecek!.. Neden anılmaz bu insanlar? Bunların hatıraları neyi canlandıracak da, sizin yere batasıca projelerinize gölge düşürecek? Mahinurların, Atiyelerin, Emrelerin, ‘yabancılaştırılmış’ topraklarda küçücük yaşlarda yaşadıkları dramlar neden unutulası? Geçelim her şeyi, Milli Eğitim Bakanlığı ölüm yıldönümlerinde bir mesaj bile neden yayınlamaz? Yığınla kanal açan devlet televizyonu şehit öğretmenler için neden bir belgesel veya dizi çevirmeyi aklına getirmez? Ya da Diyanet bir Cuma hutbesinde neden Fatiha göndermeyi düşünmez? Neden? Üstü örtülen öğretmen midir, yoksa acılarla, felaketlerle, zaferlerle, tasalarla, kederlerle, sevinçlerle yoğrularak bir millet olmayı becerenlerin mukadderatı mı?
Uğur’u kim hatırlayıp, bir Fatiha yollayacak ruhuna? Hani Ergani’de öğretmen babası Murat Sarı ve öğretmen annesi Aynur Sarı’yla birlikte katledilen bebek Uğur’u? Namusunu ve vicdanını terör örgütlerine ciro etmiş sahtekâr aydın ve sanatçılar hatırlamayacağına ve terör örgütü taşeronu o ‘büyük’ memur sendikasının umurunda olmayacağına göre bunun bir millet için izzet, şeref ve bekâ meselesi olduğunu kim bilecek?
Belli ki o uğursuz masanın TC tarafında oturanların ilgi sahasına girmiyor bu yazdıklarımız… Katledilenleri ve onların geride bıraktıklarını hatırlatmaya kalkanlar için zaten ‘kandan beslenen’ yaftası hazır bekletiliyor… ‘Adalet’i hiç soramıyorsunuz? O ancak Pınarhisar Cezaevi’nde ‘asırlarca’ süren esarette akla gelen bir kavramdı ve bu ‘zulüm’ şapka gibi içinden bir kaç iktidar çıkardı… Bir de sürecin ‘helalleştirme memuru’ var, Diyanet İşleri Başkanı!.. ‘Yetki’ sini kullanıp Mahinur’un, Uğur’un ve diğerlerinin haklarını helâl etsin veya ettirsin de görelim, dünyada ve ahirette!..
İyi ki, ‘kimsenin kimseye faydasının dokunmayacağı o gün’ var… Ve yirmibeş günlük öğretmen Neşe Altenlerin yakalara yapışacakları büyük hesap günü…
Kaynak: http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=28573
Tarihçi Hoca Saadeddin Efendi’nin, babası Hasan Can’dan naklettiğine göre; Yavuz Sultan Selimdöneminde kapı ağası olan Hasan Ağa bir rüya görür.Gece yarısı sarayın kapısı çalınır, kalabalık halde Arap elbiseli nuranî şahıslar gelir.Kapıyı vuran şahsın elinde padişahın ak sancağı bulunmaktadır ve Hasan Ağa’ya der ki; bu gördüğün Resul’ün ashabıdır.Bizi Resul gönderip selam etti ve buyurdu ki” kalkıp gelsin Haremeyn hizmeti ona verildi.Bu gördüğün dört kimse Ebu Bekr Sıddık, bu Ömer’ul Faruk, bu Osman-ı Zinnureyn seninle konuşan ben ise Ali bin Ebu Talib’im var Selim Han’a söyle!Rüyayı dinledikçe Yavuz’un gözleri yaşarır ve” ceddimiz evliyalıktan behremendler idi.kerametleri vardır.içlerinden biz ise anlara benzemedük”der. Mısır Seferi hazırlıklarına başlar.(Aydın Hilmi, hırka-i saadet dairesi ve mukaddes emanetler sy.5-6)
Yavuz Sulta Selim, atı Karaduman’ın üzengilerinin üstünde doğruldu. Ve askerlerine son defa hitabetti:
“Ey cennet yolcuları! Ey can kardeşlerim!… Bilirsiniz ki müslüman Türkler muharebe meydanlarında ve bütün ömürlerince yalnız ve sadece Allahü Teâlâ’dan korkarlar. Önüne çıkan hiç bir engel onu Allah yolunda cihaddan alıkoyamaz. Sizler Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uydukça onun yardımıyla bu çölü geçmek de sizlere nasip olur inşaallah.”
Sonra atı Karadumanı kızgın Sina Çölü’ne sürdü. Arkasından koca Osmanlı ordusu düğüne gioer gibi alevli Sina Çölü’ne daldı. Kum fırtınaları etrafı kasıp kavuruyordu. Gündüzleri dayanılmayacak kadar sacak, geceleri ise dondurucu soğuktu. Ordu bu şekilde yol almağa devam ederek çölü yarıladı. Suyu herkez idareli kullanıyor, teyemmüm yapılarak namaz kılınıyordu.
Bir ara Yavuz Sultan Selim Han hazretleri birden bire Karaduman’dan yere atladı. Onu gören başta vezir-i azam Sinan Paşa olmak üzere Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi de atlarından indiler. Rütbe, bütün komutanlar, sipahiler, süvariler de yaya yürümeğe başladılar. Koca Osmanlı ordusu yaya bir ordu haline dönüşüvermişti.
Üstelik Padişah çok saygılı bir şekilde önüne bakarak yürüyordu. Bütün vezirler, kumandanlar ve askerler merak içinde kalmışlardı. Her zamanki gibi Hasan Can’a müracaat ettiler. O da ne olduğunu anlayamamıştı. Fakat, öğrenmek için Selim Han’ın yanına yaklaştı:
-Hayırdır inşaallah Sultanım bütün ordu merak eyler; Devletlü padişahımız, aceb niçin yaya yürürler?diye telaş ederler dedi.
-”İki cihan sultanı Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem önümüzde yaya yürürlerken biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasan Can?…
Bir müddet bu şekilde giden Selim Han, tekrar atına binince diğerleri de atlarına bindiler.
Yavuz ve ordusu bir hafta gibi kısa bir sürede Sina Çölü’nü geçerek tarihte eşine az rastlanır bir başarıya imza atmışlardır.
Adana Valisi’nin “Coş”kusuyla bir “gavat” tartışması
500’lü yıllarda, İran’da Sasani imparatorluğu döneminde, Şah 1. Kavat döneminde rahiplerin zulmüne karşı Mazdek isyanı ortaya çıkar. Rahipler, 1. Gavat’ın, isyanı bastırmak için kendi eşini Mazdek’e sunduğunu iddia ederek katliama başlar. Toplumsal eşitlik isteyen Mazdek de göğsüne kadar toprağa gömülerek öldürülür.
Türkler, İslam dinini başlangıçta İranlılardan öğrendiği için Fars kültürü ve dili içinde yer alan birçok unsuru da benimsemiştir… Erzurum, Bayburt, Gümüşhane ve Trabzon bölgesinde geçen tarihi olayları anlatan Dede Korkut Destanı’nda “gavat” kelimesine sıkça rastlanır. Erzurumlu Naim Hoca da “kavat” sözünü kullanırdı.
***
Dede Korkut Destanı’ndan; Deli Dumrul, bir yiğidin canını alan Azrail’e meydan okur!
“Hak Teala’ya Dumrul’un sözü hoş gelmedi. Bak bak, bre deli kavat benim birliğimi tanımıyor, birliğime şükür kılmıyor, benim ulu dergâhımda gezsin benlik eylesin der. Azrail’e buyruk eyledi kim; ya Azrail, var ve o deli kavatın gözüne görün, benzini sarart, dedi, canını hırıldat al dedi.”
Azrail’in canını alacak güçte olduğunu anlayan Deli Dumrul, Azrail’e yalvarmaya başlayınca Azrail, “Bre deli kavat bana ne yalvarıyorsun. Allah Teala’ya yalvar, benim de elimde ne var, ben de bir emir kuluyum..” dedi…
***
Yine Dede Korkut Destanı’ndan; Kanturalı, bir çarpışma sırasında kendisini kurtararak atının terkisine alan Selcen Hatun’a “Seni öldürürüm” deyince, şu cevabı alır;
“Tez sevdin tez usandın kavat oğlu kavat
Kadir Allah bilir ben sana
Munisim yarim kıyma bana”
Kanturalı, “Yok, elbette öldürmem gerektir” dedi. Kız hiddetlendi, dedi; “Bre kavat oğlu kavat, ben aşağı kulpa yapışıyorum, sen yukarı kulpa yapışıyorsun, bre kavat oğlu, okunla mı, kılıcınla mı, gel beri konuşalım” dedi.
Sonunda Kanturalı ile Selcen Hatun barıştılar.
Tayyip Bey, niçin böyle bir yol seçmiyor?
Kaynak: http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=28758
Kur’an-ı Kerim Nefret Suçu mu İşliyor – I Prof. Dr. NURULLAH ÇETİN
Şimdi şu ayette gâvurlar yani kâfirler için geçen ifadeler nefretten de öte bir şey. Acaba nefret kanununu çıkaracak olan İslamcı arkadaşlar, sonra çıkaracakları kanun karşısında bu ayeti nasıl savunacaklar acaba?
Ayet şu:
“Ama âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlara gelince, işte Allah’ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine olsun.” (2-161)
Bir vatandaş bir makale yazsa ve kendi cümlesi olarak: “Allah’ın laneti, meleklerin laneti ve insanların laneti hep onların üzerine olsun” dese, çıkarılması düşünülen nefret kanunu karşısında kendisini hiçbir şekilde savunamaz ve lanet okuyor, nefret ediyor diye doğru kodese tıkılır.
Gâvurlar yani kâfirlerle ilgili bir ayet daha alalım: “Onları nerede yakalarsanız öldürün ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. O fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Yalnız Mescid-i Haram yanında onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.” (2-191)
Bu ayetten hareketle, birileri nefret saikiyle söylenmiş, gayr-i Müslimleri öldürmeye sebebiyet verecek bir nefret söylemi geliştirilmiş diye iddia etseler, İslamcı diye bilinen hükûmet adamları, bu işin içinden nasıl çıkacaklar acaba?
Şu ayete bakalım: “Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Halbuki bütün izzet ve şeref, Allah’a aittir.” (4-139)
Burada gâvurlara yani kâfirlere “şerefsiz” denildiği gayet açık. İslam’ı bırakıp da demokrasi dini icat eden arkadaşlar, nefretçileri üzmemek için bu ayeti Kur’an-ı Kerim’den çıkaracaklar mı acaba?
Şu ayette de Allah, açıkça gâvurları yani kâfirleri nefretten öte lanetlemiştir: “Allah, erkek kadın bütün münafıklara ve bütün kâfirlere cehennem ateşini ebedî olarak vaad buyurdu. O ateş onlara yeter. Allah onlara lânet etmiştir. Onlara bitmez tükenmez bir azap vardır.” (9-68)
Kaynak: http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi79026-Kuran_i_Kerim_Nefret_Sucu_mu_Isliyor_I.html
* “Gündüz yağar gece açarsa yıl bozgun olur,
Gece yağar gündüz açarsa yıl düzgün olur.
Oğlan söyler baba dinlerse ev bozgun olur,
Baba söyler oğlan dinlerse ev düzgün olur.” Türk Atasözü
* “Her şey incelikten, insan kabalıktan kırılır.” Türk Atasözü
* “Kendine candan bağlı birini arıyorsan; kendinden daha candan birini bulamazsın.” Yusuf Has Hacip
* “Boynu zincirli de olsa arslan, arslandır.” Hz. Mevlana
* “Söylesem tesiri yok; sussam gönül razı değil.” Fuzuli
* “İçinizden her kim din kardeşini bir hatasıyla kınarsa. O hatayı işlemeden Allah onun canını almaz” Hadis-i Şerif.
* “Herkes hata işleyebilir, yalnız ahmaklar hatalarında ısrar ederler.” Çiçero
* “Kendi hatalarını görmede gündüz gibi, başkalarının hatalarını görmede gece gibi ol!” Hz.Mevlana
* “Tarih değil, hatalar tekerrür eder.” Sultan Abdülhamit Han
* “Devletleri yıkan bütün hatanın altında nice gururun gafleti yatar.” Yavuz Sultan Selim
* “Türk soyundan gelenler, Avrupalılarla ne kadar az temas etmişlerse o kadar mükemmel ve bozulmadan kalmışlardır.” Edmond Dutemple
AKP’nin Yaz Boz Tahtası
AKP’nin yaz -boz tahtası oldu eğitim sistemimiz. Aynı, dış politikadaki sıfır soruna benzettiler. İktidarları boyunca bilmem kaç defa orta öğretimde sınav sistemi değiştirdiler. Bir gün “öyle”, diğer gün “böyle” dediler. Her getirdikleri yeni sınav sistemini “bundan daha iyisi yok” diye savundular. Her gelen sistem ile dershanelere bağımlılık sona erecekti. Dershaneler açısından değişen hiçbir şey olamadı. Paraları destelemeye devam ediyorlar. Olan bizim çocuklara oldu. Sınav sistemi manyağı oldular. Kimin hangi yaşta hangi sınav sistemi ile hayata başlayıp, sonra nereden hangi sistemden çıktığı belli değil. Öğretmenlerin kafası her daim değişen müfredat ve sınav sistemi yüzünden allak bullak. Eğitim sistemimizi de stratejik çukurluğa düşürdüler.
Esasında niyetleri apaçık ortada. Kendi elitlerini kendi okullarında gayet güzel yetiştiriyorlar. Esas dertleri Anadolu’nun zeki çocuklarıyla. Onları biat eden nesiller haline getirmenin peşindeler. Devamlı mekanizmayla oynayarak çocuklarımızın psikolojilerini harap ettiler. Anadolu Liselerini, Fen Liselerini darmadağın, harap ettiler.
En yeni sistemin de bundan öncekiler gibi konulmamış adı var;
“Bizden olsun eğitim sistemi”
Yeni sınav sistemini de kodlayalım; Bizden Olsun Eğitim Sistemine Geçiş Sınavı (BOESGS)
Sınav sistemlerinden abandone olduğunuzdan kısacık hatırlayın;
Sene 2005; Liselere Giriş Sınavı (LGS) yerine Ortaöğretim Kurumları Sınavı (OKS) getirildi. Bu sınav, önceki yıllarda olduğu gibi öğrencilerin 3 yıllık orta öğrenim sonunda tek bir sınava girmelerini düzenliyordu. Ancak sınav içeriği, müfredatı ve katsayıları açısından farklılıklar taşıyordu.
Dönemin Bakanı Hüseyin Çelik, Ekim 2007’de ise tek sınavın kaldırılmasına karar verildiğini açıkladı. Artık üç sınav yapılacaktı. 6,7,8. sınıflarda Seviye Belirleme Sınavı(SBS) yapılacak, bu sınavların yanı sıra yıl sonu başarı notu ve davranış notunun da liseye geçişte etki etmesine karar verildi. Değişiklikteki gerekçe öğrencilerin üç yıllık birikimlerini tek sınav ile ölçmenin doğru olmamasıydı. Ayrıca, sınav üç sınıfa yayılarak dershaneye olan ihtiyacın azaltılacaktı. Son OKS 2008’de yapılırken, o yıl 6. ve 7. sınıfa başlayanlar da SBS’ye girdi . Sınav 6. Sınıftan başladığı için dershaneye başlama sınıfı 4’e kadar düştü.
Sene 2010; 6,7 ve 8. sınıfta uygulanan üç SBS’li sistemin üzerinden üç yıl geçmişti ki, bu kez dönemin Bakanı Nimet Çubukçu tarafından kaldırıldı. Yeniden tek sınava dönüldü. Öğrenciler bir tek sekizinci sınıfta SBS’ye girecekti. Bakan Çubukçu, üç yıl önce dershaneye bağımlılığı azaltacağı söylenerek getirilen sistemin okul dışı kaynaklara yönelimi artırdığına, okulun eğitim sistemindeki merkeziliğini kaybetmesine yol açtığına ve çocukların sosyo-psikolojik gelişimlerini olumsuz etkilediğine yönelik kamuoyunda uzlaşı olduğunu iddia etti.
Arkasından gelen Ömer Dinçer, SBS’nin kaldırılacağını açıkladı. Onun ardından gelen Nabi Avcı bu açıklamayı defalarca yineledi ve bugüne geldik.
Yazdılar-bozdular,yazdılar- bozdular..
Bu ele avuca sığmayan Türk çocukları, BOESGS ile de yola gelir mi?
Kafaları boşaltılıp sadece Sultan’a kul olan nesiller olurlar mı?
Olmadı mı?!.. Yeni bir sınav sistemi daha uydururlar!…
Hele bir de 4+4+4 ve liselerdeki değişiklikleri düşününce eğitimin tamamen bittiğini görmek mümkün oluyor. (K.Ş)
Kaynak: http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=28036
Kızılelma asıl ülküm diyorsan
Gereğini yapmalısın Türk genci!
Vatanım Türkiye, Türk’üm diyorsan
Gereğini yapmalısın Türk genci!
Buluşarak yurdun alın teriyle
Milli değerlerle ilmin feriyle
Birlikte tüm ırkın yiğit eriyle
Gereğini yapmalısın Türk genci!
Bu vatana sahip çıkmak bir haktır
Zararlıyı itlaf etmek mubahtır
Türk devleti elbet yaşayacaktır
Gereğini yapmalısın Türk genci!
Görmelisin, bilmelisin her şeyi
Hatalıysa silmelisin her şeyi
Değil kılı, dilmelisin her şeyi
Gereğini yapmalısın Türk genci!
Atın delisine doru diyorlar
Gerçek yiğitlere deli diyorlar
Erlere birliğin eli diyorlar
Gereğini yapmalısın Türk genci!
Olacaktır alay eden seninle
Sen ki; yüreğinin sözünü dinle
Aklın ışığıyla bütün gücünle
Gereğini yapmalısın Türk genci!
Affedilmez hiçbir zaman hıyanet
Caiz görür bunu her an diyanet
Cumhuriyet bir tek sana emanet
Gereğini yapmalısın Türk genci!
14.11.2009
Kenan ŞAHBAZ
TBMM’ne artık siyasal bir simge olduğu tescillenen türbanla giren bir AKP’li kadın milletvekilinin sarf ettiği bir cümle beni, af edin ama zıvanadan çıkardı.
“Bir daha başımı açarak kirlenmeyeceğim.” Bu hakareti bir Türk kadını olarak kabul etmem elbette mümkün değildir.
Benim dinim de milliyetim de uludur. Ben 29/Ekim/2004’de Türk ve Müslümanlık aleminin düşmanı, Papa X.İnnocent’in heykeli önünde Birleşik Hıristiyan Devleti’nin (AB) Anayasası’nı imzalayıp, milletin egemenliğini Hıristiyan Avrupa’ya devredenlerin yanında saf tutmadım.
Ya sen?
Büyük İsrail Projesi (BOP) Eşbaşkanlığı’nı görev kabul edip, Yahudi Cesaret Madalyası’nı alan bir liderin önünde diz çökmedim.
Sevr Antlaşması’nı hazırlayan İngiliz Kraliyet Ailesi’ne bağlı Chatham House’n madalyasını yakasına takan kişinin de önünde el pençe divan durmadım.
Hele, hele Ekümenik Patrikhane’ye bağlı ve görevi Hıristiyanlığı yaymak olan Aziz Havari Andrew Tarikatı’nın madalyasını sırıtarak Brüksel’de göğsüne takan bir bakanı hiç alkışlamadım.
Milli devletlerin baş belası Türk ve İslam düşmanı W.Wilson Kamu Hizmetleri Madalyası’nı da övünçle kabul eden, adamın arkasında el bağlamadım.
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.” (Maide, 51)
Şimdi soruyorum sana bacım; Bakara ve Maide surelerindeki ayetlerde belirtilen ALLAH’ın emirlerine uymayan sen mi temizsin, yoksa başı açık olan ben mi?
Dedim ya, “Benim dinim de cinsim de uludur.” Dini alet ederek yabancılarla işbirliği yapanların yanında işim yoktur benim.
Ben yandaş ihalelerden nemalanların Amerikan malı ciplerine de binmem be bacım. Bizim çocuklarımızın düğünlerinde takılmış (!) altınlarla alınmış gemiciklerimiz, holdinglerimiz de yoktur.
Senin sadece yemin ederken kürsüye çıktığın milletvekili maaşını da üstelik verdiğim vergilerle ben öderim. Senin kirlenmiş saydığın başı açık avukat, doktor, öğretmen, mühendis, sera işçisi ve daha nice üreten kadın helal paralarıyla sayarlar binlerce lirayı senin cebine…
Ve sen emek dolu o parayla sadece oturduğun koltukta, düğmeye basarak biat ettiğin liderin, küresel çetelerin “kopyala-yapıştır” yöntemiyle Türkiye’nin çıkarlarını gözetmeyen yasalarına oy verirsin.
Ben “İkiz Yasalar” bölücülüktür derim, sen amenna dersin. Vakıflar Yasası, Türkiye’nin birliğine Hıristiyanlar tarafından indirilen balyozun adıdır diye çırpınırım. Sen türbanının arkasına sığınırsın.
TBMM’de yasalaşan Vakıflar Yasası’nın, Türkiye’deki patrikhane, kilise ve azınlık vakıfları tarafından hazırlandığı gerçeğini, görmezden gelirken sen, çok mu temizdin?
Ülkemizdeki Tarih Vakfı’na para vererek Osmanlı dönemi azınlık tapularının araştırmasını yaptıran Rockefeller Vakfı mutludur…
ABD’deki Evangelist Protestanların egemenliği altında olan, Asya’nın Hristiyanlaşması için Türkiye’nin işgal edilmesi gerektiğini açık, açık söyleyen Dünya Kiliseler Birliği ve Yahudi para sihirbazı George Soros’un vakfı memnun..
Hele, hele resmi paraları avronun üzerinde Türkiye’yi bölünmüş gösteren AB çok mutlu..
15-Mayıs-1919 da ” Elen çocukları!.. Bugün İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz.” diyen İzmir Metropoliti Hrisostomas artık mezarında, sadece ve sadece başındaki türbanla Müslüman olduğunu zanneden senin sayende, rahat uyuyacaktır.
Satılan vatan toprakları, Kalkınma Ajansları, yok edilen tarım alanları, kapatılan veya yabancılara satılan fabrikalar, limanlar, özelleştirme nedeniyle işten çıkarılan insanlar seni hiç mi rahatsız etmedi başı türbanlı kadın vekil?
Kaynak:http://www.yurdumacanfeda.com/tr/?p=15819
Posted inYazılarım|Artık Kirlenmeyeceğim için yorumlar kapalı
“Vaevicts” (“Zavallı Yenikler!”)
Romalıları dize getiren Galyalı komutanı bilir misiniz?.
Galyalılar tarihte Keltler olarak bilinir. Kelt’ler M.Ö. 4. Yüzyılda, Roma’yı kuşatmışlardır. Yedi aylık direnişten sonra, tükenen Romalılara Kelt’lerin başbuğu belli ağırlıkta altın verirlerse kuşatmayı kaldıracağını bildirir. Ancak altınlar tartılırken Keltler hile yaparlar. Kaçmayıp kentte kalan 80 Romalı senatör bu hileye karşı çıkınca, Keltlerin başbuğu, ağır kılıcını terazinin öbür kefesine koyarak haykırır: “Vaevicts”. Yani “zavallı yenikler!”.’
Fatih’in Hocası Akşemsettin’e dediği gibi; ”Hocam, kılıcın hakkını unutma!”
Unutmayalım ki, Ortodoks Karaman Türkleri 1924 Mübadelesiyle Yunanistan’a gönderilmişlerdi. Bu açıdan da soy bağımız vardır.