Ağu 06

23 DEFA SONULAN SORU

        80’ine merdiven dayamış yaşlı babayla onu ziyarete gelen 45 yaşlarında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal hatırdan, çoluk çocuktan, havadan sudan bahsettikten sonra oğlu susmuş; ayrılma vaktinin geldiği davranışları göstermeye başlamış. O anda oturdukları yerin yanındaki pencereye bir karga gelmiş. Yaşlı baba kargayı görünce gülümsemiş. Biraz baktıktan sonra oğluna sormuş: “Bu ne oğlum?” Oğlu şaşkınlıkla; “O bir karga, baba!” demiş. Yaşlı baba kargaya bakarken oğluna tekrar sormuş:”Bu ne oğlum?” Oğlu biraz daha şaşkın bir halde: “Baba o bir karga!”  Karga hala pencerede kendine has hareketler yapıyormuş. Yaşlı baba üçüncü kez oğluna: “Bu ne oğlum?”demiş. Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönüşmüş ve: “O bir karga baba, üç defadır soruyorsun! Beni işitmiyor musun?” Yaşlı baba sakin dördüncü defa oğluna sorunca oğlunun sabrı taşar sesini yükselterek sinirli bir şekilde: “Baba! Bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen sormaya devam ediyorsun! Sabrımı mı deniyorsun, baba?” Babası yüzünde tatlı bir gülümsemeyle yerinden kalkmış, içeri odaya gitmiş ve elinde bir hatıra defteri ile geri dönmüştür. Oturup defterin sayfalarını karıştırmış ve aradığını bulmuştur. Sevgiyle gülümsemesine devam ederken açmış olduğu sayfayı göstererek defteri oğluna uzatmış ve okumasını söylemiş. “Bugün üç yaşında minik yavrumla salondaki pencerenin yanındaki sedirde otururken pencereye bir karga kondu. Oğlum tam yirmi üç defa onun ne olduğunu sordu. Her soruşunda da sevgiyle, şefkatle sarılarak onun bir karga olduğunu söyledim. Bundan hiç rahatsızlık duymadım tam aksine onun masumca tekrar sorması benim içimi sevgiyle doldurmaktaydı.”  “İşte oğlum sen benim dört defa sormamdan rahatsız oldun ama ben bir zamanlar senin yirmi üç defa sormandan mutluluk duymuştum. Neden kızıyorsun!” demiş.

*Genç Beyin Dergisi’nden

Posted in Hikayeler | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Ankara Mucizesi

    

         Ehl-i Beyt’ten Horasan’a yerleşip oradan füzeler gibi Anadolu’ya gelen erenlerden biri Aksaray’da Hamit Hazretleridir. Mana anahtarını Ankaralı öğrencisi Hz. Hacı Bayram Veli’ye vermiştir 
         Efsanemiz Anadolu’nun tam orta noktasında geleceğin TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin merkezi olacak Ankara’ya manevi çadırını kurmuştu.
         Bir yandan insanlara gönül ekranlarında ilahi tecelliyi nasıl bulacaklarını öğretiyor, bir yandan da İstanbul’un fethine görevli Akşemseddin’e mana anahtarını hazırlıyordu.
         Aslında Hacı Bayram Veli’de iki önemli hikmet gizliydi. Bunlardan biri İstanbul kalelerinin manevi anahtarı, diğeri kendinden beş yüz yıl sonra gelecek olan Cumhuriyet Türkiyesi’ne başkent olacak Ankara’nın manevi anahtarı…
         Sonuncu hizmeti bundan iki asır önce gelen Bitlisli Mutsak Baba sezmiş ve bir şiirinde açıklayıvermişti.
         Hicri 1264’de basılı divanında 29. sahifesinde aynen şu şiir yazılıdır. (Vefatı 1243)
         Me’vayı nazenini kim Elf olursa efser
         Labud olur o me’va İstanbul ile hemser
         Nun vel kalem başından alınsa Nun’u Yunus
         Aldıkça harfi diğer olur bu Remz Ahser;
         Miftahi Sure-i kaf serhaddi kaf ta Kaf
         Munzan olunmak ister Rayı Resulü Peygamber,
         Hay-ı Huy ile ahir maksud oldu zahir
         Beyti Veliyyul Ekrem El Haç-iydi Ekber
         Ey padişah Fahham Sultan Hacı Bayram
         Ruhanı ister ikram muştak Abdi Çaker
          Bu şiir bir “istihraç” türüdür. Yani geleceğe ait bir olayı üstü kapalı bildirmektir. Şiirde ilk mısra anahtardır.
         ELF, efser olunca o şehir İstanbul’la eşit olacaktır diyor. Alttaki mısralarda birbiriyle ilgisiz sözler var. Bu sözler sıra ile N,K,R,H harflerini sıralıyor. Elf kelimesindeki € harfi başa alınırsa ENKRH den kurulu bir kelime çıkar ki, Arap harfleri ile bunun karşılığı ANKARA’dır. Ankara’nın İstanbul ile eşit bir şehir yani başkent olacağını Bitlisli Muştak Baba iki yüz yıl önce böyle bir şifre ile gelecek kuşaklara duyurmakta, belki anlamayan olur diye şiirinin son dizesinde Hacı Bayram Sultandan manevi bahşiş istemektedir. Şimdi şiirin ilk dizesindeki şifreye geçelim.
         “…………..elf olursa efser”
         (Elf) Arapça bin demektir.(Efser)’in ebced hesabındaki karşılığı 341 olunca, dizenin karşılığı da 1341 olur. Yani 1341 yılı gelince o şehir (Ankara) İstanbul’la eş olacaktır.
          Ankara 1923 yılında yani hicri 1339’da başkent oldu. 2 yıllık fark efrenciye takvimi değişikliklerinden gelmektedir. Şair bu inceliği de düşünmüş, son dizesinde “o yıl iydi Ekber yılıdır” yani Kurban Bayramı Cuma gününe rastlayacak demiştir. Nitekim Ankara’nın başşehir olduğu 1339 yılının Kurban Bayramı Cuma’ya rastlamıştı.
          Anadolu mucizesinin ilahi kader ekranında ne denli açık ayrıntıları ile yazılı olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamak istedik.  
 *Anadolu Mucizesi Kitabı’ndan  Alınmıştır.
Posted in Yazılarım | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Akıl

 Allah’ın Resulü (SAV) buyuruyor.
       “Her şeyin bir aleti vardır. Müminin aleti ise akıldır. Her şeyin bir bineği vardır. Kişinin bineği ise akıldır. Her şeyin bir direği vardır. Dinin direği ise akıldır.” 
          Yine bir hadisi Şerifinde;
       “Rabbinizi biliniz ve anlayınız. Birbirinize aklın kemalini tavsiye ediniz. Çünkü size emredilenler gibi, yasak edilenleri akılla bilmiş olursunuz. Biliniz ki, Rabbiniz karşısında sizi kurtaracak aklınızdır.”
         Derviş Ahmet Kalender diyor ki;
       “Bence akıllı insan kendi saadetini kimseden medet ve muavenet (denge) ummadan kendi yapandır.”
         Bir cemiyette kalabalığa karışıp kaybolmamak için, bir şey olmak, bir varlık, bir mevcudiyet göstermek zaruridir. Bu da akıl ile mümkündür. O zaman göreceksin ki bu yüksek zevk ve saadeti tattığın gün sana çok kıymet veren ve seni çok seven babanı da hatırla.  
         Allah Resulü (SAV) buyuruyor, ”Babaya itaat Allaha itaattir.”    
        Büyük insanlar (Dahiler) fikirleri,
       Orta insanlar (Zekiler) sistemleri,
       Basit insanlar (Aptallar) olayları, kişileri tartışırlar.
    
        “Avcılıkta hedef; gez, göz, arpacıkla,    İstikbalde hedef; bilgi, akıl ve kalp ile vurulur.”   Kenan ŞAHBAZ
Posted in Yazılarım | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

AHMET RÜSTEM BEY

         Osmanlı’nın Amerika’daki son büyük elçisi Ahmet Rüstem Bey, Sadettin Nihat Paşa’nın (Polonyalı Bilinski’nin) oğlu Alfred olarak 1862’de Midilli’de doğmuştur. Babası gibi Müslümanlığı kabul etmiş ve Ahmet Rüstem adını almıştır.
         Ahmet Rüstem Bey, Beyaz Saray’ı ziyaretinde, yerde serili ay yıldızlı halıyı görmüş ve kıyameti koparmıştır:
       “Bu yere serdiğiniz ve çiğnenmesini istediğiniz halı, benim memleketimin şerefidir. Üzerinde hem dini inancımız hem de şehitlerimizin al kanı var. Onun yeri, ayakların altı değil, ellerin erişemeyeceği yükseklerdir. Bu halı buradan kaldırılana kadar sarayınıza adım atmam mümkün olmayacaktır.”
        Ahmet Rüstem Bey’in kâtiplikten büyük elçiliğe uzanan diplomatik hayatındaki çıkışı sadece bu da değildir. Bu ve buna benzer çıkışlarında o, sadece vatanseverliğin değil, aynı zamanda cihanşümulluğun da en güzel örneklerini vermiştir.
        Rüstem Bey Osmanlı’ya yapılan haksızlıklar karşısında ilk çıkışını, Eweninğ Star’da müthiş bir beyanatla yapmıştı. Ve demişti ki:
       “Cezayirlileri mağaraya doldurup dumanla boğanlar, Hint isyanında insanların ağızlarına barut koyup ateşleyenler, Yahudileri fırınlarda yakanlar, Filipinlileri su işkencesi ile katledenler ve zencileri linç ederler, Kızılderilileri yok edenler batılı değil mi? Bütün bu barbarlıklar Osmanlı’nın yaptığı iddia edilenlerden daha mı azdır?”
        Ahmet Rüstem Bey’in bu çıkışı, hem Başkan Wilson’u hem de hükümetini kızdırmış, Amerika ile Osmanlı münasebetlerini kopma noktasına getirmişti. Başkan, Dışişlerine talimat vererek, gazetede yayınlanan sözlerin kendisine ait olmadığını bizzat Rüstem Bey tarafından özürle açıklamasını ister. Fakat Rüstem Bey, “özür” yerine, bu defa adeta “muhtıra” verecek ve diyecektir ki:
       “Benim Amerikan hücumlarına karşı memleketimi koruduğum açıktır. Ben vatanıma, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve nihayet insanlığa karşı manevi vazifelerimi tamamıyla yapmış olduğuma vicdanen müsterih bulunuyorum.”
         Bununla beraber karar iletilir ve denir ki:
       “Beyanatınız ve yazılarınız için pişmanlığınızı ifade ederseniz, başkanlığımız bunları görmemezlikten gelmeye mütemayildir.”  Ancak Cevap bir hayli serttir:
       “Hükümetimden benim mezuniyetimin bağışlanmasını istemek, mecburiyet haline gelmiştir. İstanbul’a 15 gün içinde dönecek, ama söylediklerimden asla dönmeyeceğim!”
         Sadrazam Sait Halim Paşa’ya çektiği 9 Ekim 1914 tarihli telgrafında kullandığı bu cümle Amerika’daki diplomatik mücadelenin ne denli mühim olduğunu ortaya koymaktadır.
       “25 Ekim’de İstanbul’da olacağım. Şayet o tarihe kadar benden bir haber alınmazsa, akıbetimi araştırınız” diye telgraf çeker.
       (Türk Dünyası Tarih Dergisi)
Posted in Hikayeler | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Dilekçe

Bir sorudur takılmıştı kafama

Hâlim arz eyledim yüksek makama

Bugün git yarın gel dediler bana

Birkaç gün dolaştı cepte dilekçe

                        x          x          x

Pek çoğu usandı ümidi kesti

Hatırlı, gönüllü rüzgârlar esti

Sırayı, kuyruğu çiğnedi geçti

Yine alta düştü dipte dilekçe

                        x         x        x

Ağır aksak dolaşmaktan bunaldım

Sayamadım kaç daireye vardım

Günlerce bekleyip bir haber aldım

Bir el buruşturmuş çöpte dilekçe

 

24.12.1985

Posted in Şiirlerim | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Sana Çiçekler Açar

Şırıl şırılsuları andırır  pınarlarda sesin,
Yaylalarda kokusunu vermiş  kekiklere nefesin
Gurup hasret o gülkurusu rengi dudaklarına
Gonca hasetten beddua eder yanaklarına
Hep senin için, hâlâ sana açar çiçekler
Zerafet alır senden, şu narin kelebekler
Taç yapmaktan usanmam yıldızlardan başına
Samanyolu gerdanlık, kolye gökkuşağı sana…
Mehtabısın ömrümün asırlarca öyle kal
Sen benimsin, ben senin, tereddüde yok mahal!
20.01.1982
Posted in Şiirlerim | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Bu Can, Kurban Mı Desem?

Candan bakan ahu yeşil gözlerin
Süzer baygın, baygın candan mı desem?
Gonca ağzın öldürüyor sözlerin
Dilin tatlı tatlı baldan mı desem?
                    *   *   *
Şu fani dünyada aşkımın gülü
Gönül bahçesinde öter bülbülü
Ağzında parlayan bahar sümbülü
Dişlerin inci mi, mercan mı desem?
                    *   *   *
Bedenin elmas mı, yakut mu yoksa
İnsanı öldüren bir yasak aşksa
Severim sonunda ölümde olsa
Kara gözler hayran hayran mı desem?
                    *   *   *
İstiyorum, kalbim aşkınla dolsun
Sana bakan kötü gözler kör olsun
Şahbaz, solacaksa seninle solsun
Bu can sana kurban kurban mı desem?
20.5.1975
Posted in Şiirlerim | Leave a comment
Ağu 06

Annemin Özü

Engin maviliği ile pırıl, pırıl
Bahçelerde al, beyaz güller ve şakayıklar
Kırlarda gelincik çiçekleri
Hele papatyalar
Annemin yüzü gibi…
 
Laleler, menekşeler, sümbüller
Baktıkça sonsuz bir mutlulukla doluyorum
Doğadaki bütün yeşillikler
Büsbütün alasız
Gönlünü ve yüreğini açıyor
Her şey olabildiğince berrak ve duru
Annemin gözü gibi…
 
Sesi kulaklarımda hâlâ
Bülbülün, kanaryanın ve saka kuşunun
Ney sesi kadar candan
Bir cennet musikisi ritminde
Sıcacık sevgi dolu
Annemin sözü gibi…
 
Itır, kekik ve nane kokusu
Ve pınarlarda billûr su
Bebeklerin yüreğindeki sevgisi, duygusu
Bir ay, bir güneş ışığı
Bir gökkuşağı
Annemin özü gibi…
12.05.1998

Posted in Şiirlerim | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Babamdan Öğütler (1)

Hiçbir şeye karıştırmayın hile
Maddeyi yoğurun hep mana ile
Ekmeğin, yoğurdun, insanın bile
Mayasını iyi çal dedi babam
 
Çilesiz hiç hedeflere erilmez
Biliyorsun, yaylar, oksuz gerilmez
Zararlı olana değer verilmez
Arıyı sevdiren bal dedi babam
 
Bilgisiz olursan kalırsın atıl
Sen de âlimlerle sohbete katıl
En büyük servettir insanda akıl
Her an deryasına dal dedi babam
 
Davranışlarına dikkat et yeter
Sorumsuzluk seni boşluğa iter
Şan, şöhret, arkadaş, para, pul biter
Bunlar, başa gelen hal dedi babam
 
Beyinsizler gelir bela ararsa!
Dedim, başım dönse, ufkum kararsa!
Kudurmuşlar ya çevremi sararsa!
Köpeği susturan yal dedi babam
 
 19.8.1994
Posted in Şiirlerim | Leave a comment