Ara 14

ALİYA İZZET BEGOVİÇ’TEN ALTIN SÖZLER

ALİYA İZZET BEGOVİÇ’TEN ALTIN SÖZLER

♦Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz. Kitap’a uyacağız.

♦Kabile ve ulusun dar sınırlarından kurtarmak için kendinizi Müslüman olarak düşünün.

♦Tarih baştan aşağı, küçük fakat kararlı, cesur ve akıllı insan topluluklarının, hadiselerin seyrini değiştirdiklerini anlatan bir hikâyedir.

♦Aşk ve nefret ile şiir yazabilirsiniz, tarih değil!

♦Olduğunuz gibi kalın. Dininizi, milliyetinizi koruyun. Kimliğinizi kaybetmenin bedeli köleliktir.

♦Evet, ben de korkuyorum ama yürümemi gerektiren sebepler, korkmamı gerektiren sebeplerden daha fazla.

♦İdare etmek değil, idare edilmek için eğitilen kuşaklar İslam’ın ilerlemesini sağlayamazlar.

♦Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder.

♦Uygarlık, kadını hayranlık ve kullanım objesi yapmış; fakat takdir ve saygıya layık olan şahsiyeti ondan almıştır.

♦İnsan, semanın çocuğu, yeryüzünün kurdudur.

Posted in Atasözleri Vecizeler | Tagged , , , , , , , , , , , , | ALİYA İZZET BEGOVİÇ’TEN ALTIN SÖZLER için yorumlar kapalı
Ara 13

DİZİLERİN ÇIPLAKLIĞI

DİZİLERİN ÇIPLAKLIĞI

Ekranlardaki diziler illallah dedirtiyor. Çıplaklık esas… Hayatın akışında böyle çıplaklık var mı? Hiç olmayacak yerde sınırsız mini etek!… Göğüsler fora! Sokakta kaç kişide bunu görebilirsiniz? Sokakta aynı, evde aile içinde aynı… Baba mı var, dede mi, var, abi mi var; kayınpeder mi var, kayın mı var… Hiçbirinin umurunda değil. Kimsede böyle hayat tarzı yok. Olamaz da… Niye ekranlardan çıplaklık fışkırtılıyor? Belli ki, böyle reyting yakaladıklarını düşünüyorlar. Ama halkın nasıl ifsat edildiği, hayat düzenlerin nasıl bozulduğu, olmayacak şeylere nasıl alıştırmak istendiği akla getirilmiyor.

Müptezellikte varılacak yer neyse, dizilerde de o.

Bir de öğrenci dizileri furyası başladı. Öyle öğrencilik olabilir mi? Hoca sürekli aşağılanıyor. Kızlar sürekli erkek peşinde… Kıskançlıklar tavan yapmış. Her karşılaştıklarında kavga… Böyle öğrencilik nerede görülmüş?!

Olmayan hayatı yaşanır gibi göstermek Türk toplumuna en büyük ihanettir

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , | DİZİLERİN ÇIPLAKLIĞI için yorumlar kapalı
Ara 12

BİNDİĞİ DALI KESMEK / SUÇ ÜSTÜ

BİNDİĞİ DALI KESMEK

Bir gün Hoca ağaca çıkıp, oturduğu dalı kesmeye başlar. Aşağıda bir herif geçerken, ‘Bire âdem neylersin şimdi düşersin’ dedikte, buna Hoca hiç cevap vermez. Dal kesildiği gibi düşer, andan kalkıp seğirdip ol kimseye ‘Bire âdem sen benim düşeceğimi bildin, öleceğimi de bilirsin’ deyip yakasına sarılır.” 

 

SUÇ ÜSTÜ

Osmanlı Meşrutiyet Meclisi’nde bakan konuşurken aşağıdan laf atan muhalefete kızmış:
“Sizde iktidar hırsı var!”
Bakana bağırmışlar:
“Siz de suçüstü halindesiniz…”

Posted in Fıkralar | Tagged , , , , , , , , , | BİNDİĞİ DALI KESMEK / SUÇ ÜSTÜ için yorumlar kapalı
Ara 11

Hem PKK bildirisine imza atıyorlar Hem de bakanlıktan indiregandi yapıyorlar…

Hem PKK bildirisine imza atıyorlar Hem de bakanlıktan indiregandi yapıyorlar…

ODA TV’den Kaan Arslanoğlu açıkladı:

 

Turizm Bakanlığı’nın Türkiye Çeviri ve Yayım Destek programındaki skandalı OdaTV’ye yazan yazar Kaan Arslanoğlu, program kapsamında PKK ve HDP yanlısı bildirilere imza atan ve Türkiye karşıtı söylemlerde bulunan bazı yazarlara defalarca para aktarıldığını dile getirdi.

“Orhan Pamuk için Kültür Bakanlığı 129 kez para vermiş.
Ahmet Ümit için 61 kez…
Öteki şahıslar da bol bol nasiplenmiş.
Çok belli bir ağın yazarları.
Ortak özellikleri her fırsatta Türkiye karşıtı konuşmaları,
PKK ve HDP yanlısı bildirilere imza atmaları.
Büyük çoğunluğu “yetmez ama evet”çi.
Oya Baydar için 36 kez,
Ayfer Tunç 34,
Elif Şafak 26,
Burhan Sönmez 24,
Perihan Mağden 17,
Aslı Erdoğan için 12, vb…”

İsimleri tek tek sıralayan Kaan Arslanoğlu yazısına şöyle devam etti:

Konu TEDA Projesi. Kültür Bakanlığı güya Türk edebiyatını, Türkçeyi dışa tanıtmak için 2005 yılından bu yana yabancı yayınevlerine destek sağlıyor. Parayı aslında yayınevi alıyor, yazara yüklü bir telif ödüyor. İşi bedavaya getiriyor, sonraki baskılarda kârdan yazara vermeye devam ediyor. Yazar sadece hiç yoktan para kazanmıyor, kitapları bu sayede daha çok satıyor, daha çok basılıyor. Daha ünlü oluyor, Türkiye karşıtlığını daha bir güçlü icra ediyor.

PARALAR NEDEN VERİLİYOR?                                                                                                                                                                                              Peki, AKP bunu neden yapıyor? Öncesinde tablo ve neden çok netti… Bunlar Batıcı yazarlar, PKK sempatizanı yazarlar. AKP ve ABD, Liberaller, FETÖ, HDP’ciler bir ve bütündü, bunları birbirinden ayırt etmek gerçekten güçtü. Zihinleri ele geçirmek, okumuşları teslim almak için büyük bir kampanya başlatılmıştı. Bu kampanyayı özellikle FETÖ örgütlüyordu. Kendilerine biat edenler her yönden destekleniyor, medyada reklamı yapılıyor, çok sattırılıyordu. Biat etmeyenler her yolla öteleniyor, gömülüyordu.

TEDA projesi de bu kampanyanın önemli bir ayağıydı. Şimdinin güya sol, güya keskin muhalif liberal yazarları bu pastadan kabaca yüzde 90 oranında pay alıyordu.

 

 

Alıntı: Yeniçağ / Kaan Arslanoğlu

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , , , , , | Hem PKK bildirisine imza atıyorlar Hem de bakanlıktan indiregandi yapıyorlar… için yorumlar kapalı
Ara 10

YETMİŞLİK BİR SUBAYIN ANILARI

YETMİŞLİK BİR SUBAYIN ANILARI

Rahmi Apak, İkinci Abdülhamit Dönemi’nde, Balkan ve İstiklal Savaşı’nda görev yapan bir subaydır. “Yetmişlik Bir Subayın Anıları” adlı kitabında, Balkan Savaşı sırasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyordu:

“Bir yerde, küçük bir sırt üstünde yedi sekiz subayın daire şeklinde bir şeyler yaptıklarını gördüm, hayvandan inerek onların yanına sokulduk. Subaylardan birisi Kur’an’ı ortasından bir iple bağlamış, bu ipe bir anahtar geçirmiş, mukaddes kitabı çeviriyor sonra bırakıyor. Yedi sekiz defa bükülmüş olan ip dolayısıyla bu defa geriye dönen ve sonra sağa sola ufak hareketler yapan Kur’an, nihayet kuzey istikametinde durunca kitabı çeviren subay: ‘İşte, kitabın gösterdiği istikamet, bizim için hayırlı olacak istikamet burası, yani Loşna istikameti. Cavit Paşa’nın bulunduğu yer’ dedi. Meğerse bu subaylar yarım saatten beri hangi istikamete gidilmesi gerektiğini tartışmışlar… Loşna’da Cavit Paşa’ya katılacak olurlarsa Sırplılara teslim olacaklarını ve Sırplıların ise, Türk askerine iyi davrandıklarını; hâlbuki Ordu Komutanı’nın emri gereğince Fiyeri’ye gidecek olurlarsa Yunanlıların Türk esirlerini öldürdüklerini tartışıp durmuşlar. Kur’an falına başvurmaya karar verilmiş. Sonuçta, bu gruptan beş subay Kur’an falının gösterdiği istikamette (Ordu Komutanı’nın emrinin tersine) yola çıktılar, diğer iki subay da ordunun talimatına göre Fiyeri’ye gitmek üzere bize katıldılar… Çok şükür ne Yunanlılar ne de Sırplılar, Türk Ordusu’nun sığındığı bölgeye ilerleyemediler…”(1)

 

İşte, ordu komutanının emirlerini savaşta bile yok sayan bu zihniyet, Balkan faciasını ve Osmanlı Devleti’nin sonunu böyle hazırladı. Orduda, savaş kuralları ve harp sanatının yerini dini hükümlerin alması sonucu, Balkanlar elden çıkmış ve 600 yıllık Osmanlı Devleti yok olmuştu.

Rahmi Apak’ın, Osmanlı Dönemi’ni yansıtan diğer bir anısı:

“Biz öğrenim gördüğümüz yıllarda, Padişah İkinci Sultan Hamit memlekette tam bir diktatör durumunda idi. Daha önce Sultan Abdülaziz’in tahttan indiği saltanat darbesinde, Harp Okulu da rol aldığından, Abdülhamit Harp Okulunu sıkı kontrol altında bulundururdu. Mesela; öğrencilerin ellerine verilen silahlar, mekanizmaları (atış yapacak parçalar) sökülmüş ve süngüsüz Martin Hanri tüfekleridir. Hâlbuki o zaman, Türk Ordusu Almanya’dan satın alınmış mavzer silahları ile donatılmıştı. Öğrenciler, tüfeklerin, cephanenin yüzünü bile görmezler. Tek bir mermi atmazlar, atış eğitimleri yapılmaz ve böylece bir tüfeğin nasıl patladığını hiç işitmeden, kıtalara askerleri yetiştirmek ve gerektiğinde düşmanla savaşmak için gönderilirler…”

Ders programında manevi destek verecek bir şey yoktu. Hatta Harp Tarihi bile okutulmazdı. Vatan, millet sözlerini söylemek yasaktı. Herkes Müslüman idi, Türklük bile dile getirilmezdi. Okul idaresinin dağıttığı Fransızca-Türkçe sözlükte, ‘patrie’ sözcüğünün karşılığı olan ‘vatan’ sözünün yazılmış olduğu saraya jurnal edilmiş ve bu sözlük toplatılarak kaldırılmıştı…”

“Türk polisi, bir yabancı vapura kara sularımızda bile giremezdi. İstanbul’dan kaçmak isteyenler, bir cani bile olsa, bir yabancı vapura kapağı attığında hükümet bunu vapurdan alamazdı… Beyoğlu’nda dükkân ve mağazaların tabelaları Fransızca idi… Demiryollarında resmi dil Fransızca idi. İşte, kendi öz yurdumuzda gördüğümüz bu aşağılık manzara yüreğimizi yakıyordu…“(2)

 

Rahmi Apak, aynı kitapta anılarının başka bir bölümünde:

“Bizim tümen, ilkbahara kadar (1915) ordu ihtiyatı olarak Pasinler Ovası’nda kaldı… Bir gün, bulunduğum köyün sokağında oturan 15 yaşlarında bir köylü çocuğu gördüm. Biraz sohbet edeyim dedim:

– Bana bak oğlum senin adın ne?

– Ahmet.

– Sen hangi millettensin? (Ermeni olmasından şüphe ediyordum).

– Osmanliyem.

– Osmanlı ne demek, sen Türk değil misin?

 Hayır, ben Türk değilem, Osmanliyem.

– Peki, sen hangi dilden konuşursun, Ermenice mi yoksa Türkçe mi?

– Türkçe konuşurem.

– Mademki Türkçe konuşuyorsun o halde sen Türk’sün.

– Hayır, efendim ben Türk değilem.

– Ulen, sen de Türk’sün, ben de Türküm.

– Efendi sen Türk’sen Türk ol. Bana ne? Ben Türk değilem.

– Ulen Padişah dahi Türk’tür.

– Efendi, günaha girme Padişah Türk olamaz.

Meğerse bütün Azeri Türkleri, Kars, Ardahan ve Tiflis Türkleri Şii mezhebinden oldukları için Sünni olanlara Osmanlı denirmiş.”(3) 

 

İşte, Osmanlı’nın çöküş döneminde mezhep ayrımcılığı ve Türklerin ikinci sınıf sayılması…

Osmanlı tarihinde üç büyük felaket vardır ki, bilgisizlikler, hatalar ve ihtiraslar serisidir. Birincisi, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda Tuna (Balkan) vilayetinin kaybedilmesi, ikincisi, 1912 Balkan Savaşı’nda Balkan ülkelerinin elden çıkması ve üçüncüsü, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti’nin çöküşüdür.(4)

1683 yılında, İkinci Viyana Kuşatması ile başlayan çekilme önlenemez. Neden? Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi’ne bakın. Adam kayırmacılık ve yozlaşmanın, liyakat sisteminin yok olmasının, Osmanlıyı nasıl kemirip yok ettiğini görürsünüz. Tarikat ve cemaatlerin Osmanlıyı nasıl çöküşe sürüklediğini de…

 

Tarih bir dikiz aynası, arada bir bakılması gereken. LİYAKAT, LİYAKAT, LİYAKAT…

 

Kaynaklar:

(1) (2) (3) Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Anıları, TTK, 1988.

(4) Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda (100.yılında Balkan Bozgunu), Doğan Kitap, İstanbul, s.12.

 

Alıntı: Naim Babüroğlu

Posted in Hikayeler | Tagged , , , , , , , , , | YETMİŞLİK BİR SUBAYIN ANILARI için yorumlar kapalı
Ara 09

ALİ METİN TOKDEMİR

ALİ METİN TOKREMİR

8 Aralık, rahmetli  Ali Metin Tokdemir’in aramızdan ayrılışının yıldönümü… Bu vesileyle daha önce kaleme aldığım hissiyatımı paylaşmak istiyorum bugün…

Dünyaya ‘dâvâ adamı’ olarak geldi… Sanki acelesi varmış, o kısacık hayata bir kaç hayat sığdırmak zorundaymış gibi yaşadı… Tertemiz ismini masal kahramanlarına nazire yaparcasına bırakarak göçtü gitti… Hatırası adına hazırlanan kitapta onun için şu ifadeleri kullanmışım: “Cenab-ı Allah eğer insanları camdan yaratmış olsaydı, belki birçok insanın, hatta dâvâ adamı diye bilinenlerin bile içlerinde barındırdıkları pis ilişkiler, hesaplar, riyakârlıklar dolayısıyla arkalarını göremezdik… Ama o öylesine saf, öylesine temiz, öylesine hesapsız bir iç dünyaya sahipti ki, camdan yaratılmış olsaydı, eminim ardını pırıl pırıl gördürdük…”

***

Zor yıllardı 80’ler… Milliyetçi hareket yorgun ve ezilmişti… Lider kadronun tamamına yakını cezaevindeydi… İmkânsızlıklar, yeniden teşkilatlanmanın önündeki engeller, Evren yönetiminin ağır baskısı ve çekine çekine tıklandığında yüze kapanan ‘dost kapılar’ vardı… İdeallerden ve yokluklardan başka paylaşılacak hiç bir şey kalmamıştı…

1983’ten itibaren Bizim Ocak dergisi etrafında teşkilatlanmaya başlayan üniversite gençliği, o yorgun hareketin altına omuzunu soktu, körpe ciğerleriyle enerji üfledi, yeniden doğrultmak için heyecan verdi… Her hâliyle ülkücü hareketin kaygılarını kuşanarak Eskişehir’den Ankara’ya gelen Ali Metin Tokdemir, bu zorlu sürecin en önemli kilometre taşlarındandı…

Hiç durmadan koştu, koşturdu, okudu, okuttu, teşkilatlandırdı, sinmiş bedenlere gayret pompaladı… Sürekli tekrarladığı  “Yine bir dağ gibi, dev gibi doğrulacağız/ Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan/ Dünya bizi yeniden tanıyacak heyecanla/ Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan”  dörtlüğündeki ruhu giyindi ve ölene kadar çıkarmadı…

Onun ülkücü harekete sevdası, diğer insanî ihtiyaçlarına öylesine baskındı ki, bunun karşılılığı olarak yokluk içinde yaşamayı hiç önemsemedi bile… Uğruna ömrünü ipotek ettiği dâvâsının geleceği, şahsının belirsizliklerle dolu bir gün sonrasından çok daha önemliydi… Bu tarzı, paranın hükümranlık ilan ettiği 80’li yıllardan itibaren maalesef bir ‘kusur’ gibi durdu…

‘Tatlısu milliyetçileri’ne ve ‘ehlikeyfMüslümanlar‘a karşı hiç müsamahası yoktu… Tanıdığım en büyük hatipti… “Unutmamalıyız, biz Türk milletinin, hatta İslâm âleminin son şansıyız. Modern müstemleke görüntüsü veren Türkiye ve İslâm âlemi ülkücü neslin dinamizmine ve fedakârlığına muhtaçtır” diyor, Yahya Kemal’in “Galip et Yarabbi! Çünkü bu son ordusudur İslâm’ın” dizesine göndermede bulunarak, usta mimar titizliğinde yeniden inşâya çıkıyordu… Tıpkı millî mücadeledeki gibi Allah’ın bu orduyu muzaffer kılacağını, imanla beslenen umutların, dua ve aminlerin, çile ve gayretlerin bunun için olduğunu yeni kuşaklara aktarıyordu…

Ümitvardı, hep inanç ve azim saldı etrafına… “Bahçesaray’da, Akmescid’de, Urumçi’de, Taşkent’te, Buhara’da, Semerkant’ta, Tebriz’de, Kerkü’te, Musul’da Muazzam-ı Şerif’te, Batı Trakya’da, Dobruca’da, Üsküp’te hürriyetle aşina olacak olan soydaşlarımızın, minareleri yıkılmış camilerde okuyacakları şükür duaları” vardı ve o günleri mutlaka göreceğiz diyordu…

Her ânı mücadele, her sözünün finali zaferdi onun… O sadece bir ‘ihya’ ve ‘inşa’ ustası değil, vefa, dostluk ve kardeşlik timsaliydi… Tükenmeyen enerji kaynağı, sözü yüreklere işleyen hatip, bir yandan çocuksu kalp sahibi ve diğer yandan teşkilatçılık bilgesiydi… Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı’nı bir ‘reislik asabiyyesi’yle değil, ‘kardeşlik hukuku’nu ve ‘vefa’yı esas alarak yürüttü…

8 Aralık 1995’te, milletvekili adaylığı sırasında geçirdiği trafik kazası sonucu aramızdan ayrıldığında henüz 36 yaşındaydı… Hâlen yokluğu fazlasıyla hissedilen bu ‘yüreğe batan kalem’, toprağa değil, adeta ülküdaşlarının kalbine defnedildi… Zor yılların ‘hâtıra ortakları’ onu yeniden doğrulmanın burcu olarak, asla yitip gitmeyeceği bir makama oturttular…

 

Alıntı

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , , , , | ALİ METİN TOKDEMİR için yorumlar kapalı
Ara 08

İLK BAKIŞ

İLK BAKIŞ

 

Sevgimizi dokudum gönlümün gergefinde

İşledim yüreğime sevgini nakış, nakış

Kaç şiddetinde bilmem yaşadığım o deprem

Silinmez hafızamdan o sendeki ilk bakış…

 

Sevgi ile yoğrulmuş gönlün, yüreğin, özün

Yansıtır o sevgiyi yüzünle iki gözün

Bak şimdi hatırladım verdiğin o ilk sözün!

Unutulur mu? Asla! O sevgi, o aşk, o yakış…

 

Bu sevdanın uğruna ömrümü yere serdim

Bir zindandır bu dünya sensiz ölümdür derdim

Ömrün sonuna kadar hiç bitmesin isterdim

Çağlayanları bile imrendiren o, akış…

 

Bu sevgi, bu inanış gönlümüzü yandıran

İşte bu aşk güneşi her an Ay’ı kandıran

Canlı, cansız ne varsa her şeyi kıskandıran

Arı, duru, bir aşkı gönlüme o, bırakış…

 

Bütün yanlışlıkları doğrulara evirir

Böyle müthiş bir sevgi zalimleri devirir

Korlanmış sevgimizi bir aleve çevirir

Bu aşkın ödülünü yüreğine o takış…

Kenan Şahbaz

Posted in Şiirlerim | Tagged , , , , , , , , , | İLK BAKIŞ için yorumlar kapalı
Ara 07

“EŞİT YURTTAŞLIK”

“EŞİT YURTTAŞLIK” 

 

Prof. Dr. Ahmet Saltık Hoca’nın “eşit yurttaşlık” kavramı ile ilgili tespitlerinin özeti:

***

“Eşit yurttaşlık” kavramı kodlu bir kavramdır.

Önce ilgili ülkede değişik etnisiteleri ayrıştırmayı, öne çıkarıp belirginleştirmeyi ve adlandırmayı içerir.

Anımsayalım, Türkiye’de de sayılıp durulur bir küme etnisite…

İzleyen adım, birbirinden ayrıştırılan bu etnik kümelere sözde “eşitlik” sağlamaktır.

O yüzden “Eşit yurttaşlık” anahtar kavramı öne sürülür.

Bir başka anlatımla, değişik etnisitelerin bir potada eritilerek uluslaşması dışlanır.

Oysa uluslaşma, asla asimilasyon olmayıp, emperyalizmin böl-parçala-yut iğrençliği karşısında ulus devletin savunma kalkanıdır.

Dolayısıyla önce farklılıklarımızla birlikte olacağız, baskın halk yığını kimliğini ortaklaşa edineceğiz. Türkiye’de bu kimlik Türk kimliğidir ve asla ırkçılık temelli değildir.

Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş’u izleyen Kuruluş yıllarında, Anadolu halklarını bütünleştirmek için son derece ussal (akılcı) ve gerekirci (deterministik) biçimde şu önermede bulunmuştur:

“Türkiye Cumhuriyetini kuran Anadolu halkına / ahalisine Türk Milleti denir.”

(A.Bulut’un notu: Saltık Hoca, “Anadolu halkına” diyor ama Atatürk, el yazısıyla “Türkiye halkına” diye yazmıştır.)

Bu bir tarihsel çağrıdır ve kaçınılmaz -seçeneksiz sosyolojik senteze- uzlaşıya davettir.

Tersi durumda Anadolu coğrafyası Sevr Andlaşması/14 Wilson İlkesi bağlamında çok sayıda “lokmaya” (federasyona!) parçalanacaktır. Üstelik emperyal Batı ikramı olan (!) İslami sos ile…

***

Dolayısıyla, etnik kökene bakmadan, öncelikle ülkede yaşayan herkes yurttaş kılınacaktır.

Ardından, “yasalar önünde tüm yurttaşların eşitliği” sağlanacaktır.

Halen, yürürlükteki 1982 Anayasası’nda verili durum budur. Öncekilerde de öyleydi.

Hedef, “Eşit yurttaşlık” kodlu – tuzaklı özel dile (jargona) karşılık, yurttaşların eşitliğidir.

  1. Yıl Söylevi’nde de (1933) Atatürk, “Ayrıcalıksız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olacağız” derken ve sözlerini “Ne mutlu Türk’üm diyene” çağrısı ile bağlarken, sağlam bir tarihsel, politik, sosyolojik bilinç zeminindedir.

*Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşlar, hiçbir ayrım yapılmadan T.C. Devleti yurttaşıdır.

*Ayrıcalıksız – kaynaşmış bir halk – ulus olmamız; parçalanmadan, ülke- ulus birliğini koruyarak yaşamamızın (bekamızın) sigortasıdır.

*Federal – konfederal bir Türkiye Yugoslavya gibi parçalanmaya mahkûmdur.

*Gereksinimimiz, “Eşit yurttaşlık” kodlu – tuzaklı özel dile (jargona) karşılık, tüm yurttaşların eşitliğidir. Türkiye Anayasası bu amaca uygun bir yapıdadır (md. 2, 10, 24. vd.).

*Tarihsel gerçeklikleri kavrayamayan ve gerekli savunma düzeneklerini kuramayan halklar parça parça edilerek sonsuza dek emperyalizme sömürge, yem, lokma olmuşlardır.

*Bu nedenle Türkiye’de etnisite, milliyetler gibi hiçbir mikromilliyetçilik sorunu yaratılmamalıdır.

*Hep birlikte ulus olarak kardeşçe, bir arada ve emperyalizmin oyununa gelmeksizin ulus devletimizde özgür – bağımsız yaşayabileceğiz. Başka reçete yok!

Anadolu halkının/ahalisinin uluslaşarak, bu tarihsel ve vazgeçilmez, kaçınılmaz sağduyu ve bilinci göstereceğine inanıyoruz.

 

Alıntı: Arslan Bulut

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , , | “EŞİT YURTTAŞLIK” için yorumlar kapalı
Ara 06

BEYİTLERDE ATASÖZLERİ

BEYİTLERDE ATASÖZLERİ

1-Yerin üstü varsa altı da var.

Fakir-fukarayı ezen, güçsüzlere ve kimsesizlere zulmeden, onların haklarını gasp eden insanları gördüğümüz zaman gayri ihtiyari “Yerin üstü varsa altı da var” deriz ya… İşte bu atasözünü şair Kirâmî (ö. 1574) bir beytinde şöyle ölümsüzleştirmiştir:

“Çarha dayanma her ne kadar üstüvâr ise//Yerin efendi altı da var üstü var ise.”

Şair diyor ki:

“Ne kadar sağlam olursa olsun çarha/feleğe dayanma/güvenme. Efendi, yerin üstü varsa altı da var.”

Bu dünyada sırtınızı güçlülere dayayarak geminizi istediğiniz şekilde yürütebilirsiniz. Ama unutmayın, yerin üstü varsa altı da var. Yarın zerre miktarı da olsa kötülük yapmışsanız mahşer günü hesabını vereceksiniz.

2-Balık baştan kokar.

İnsan sosyal bir varlıktır. Topluluklar halinde yaşar. Her toplulukta da gayet tabii, yöneticiler vardır. “Dîvânü Lügâti’t-Türk”te geçen bir atasözünde de belirtildiği üzere (Yer basrukı tağ, budun basrukı beğ) nasıl yeryüzünü dağlar ayakta tutuyorsa, milletleri de beyler/yöneticiler ayakta tutar. Dolayısıyla baştakiler iyi olursa her şey iyi olur, bozuk olursa da her şey bozulur. Vatandaşlar olarak daima bu gerçeğin idrakinde olmalıyız. Yöneticiler yanlış yapmaya başladıklarında biat kültürüyle onu desteklemeye devam edecek olursak çürümeye zemin hazırlamış oluruz.

Nâilî-i Cedid (ö. 1876) bu gerçeği yani haktan, adaletten ayrılan yöneticilere körü körüne baş eğmenin ne saçma bir şey olduğunu şöyle dile getiriyor:

“Çün balık baştan kokar derler meseldir Nâilî//Heyet-i mecmûaya bî-mağz baş eğmek abes.”

3- Âdemoğluna iyilik yaramaz.

Bizim kültürümüzde iyilik yapmak esastır. İyilik yapan iyilik bulur. Biz hayırda yarışırız. Lakin şunu da biliriz ki çiğ süt emmiş olan insanoğlu bazen sizin yaptığınız bir iyiliği yahut gösterdiğiniz bir tevazuu saflığınıza yorar ve size kötülük yapmaya kalkar. Maalesef bu da hayatın gerçeklerinden biridir. Binaenaleyh şairin dediği gibi iyilik yaptığımız kişilerden kendimizi sakınmalıyız:

“Âdemoğlu hîlekârdır kimse bilmez fendini//Kime iylik eder isen sakın ondan kendini.”

Hâsılı kelâm; 15. yüzyılda şair Sâfî ile başlayan, şiirde atasözü kullanma gayreti zamanla “hikemî tarz”a dönüşerek -Nâbî’nin ifadesiyle- atasözü gibi hikmetli söz söyleme hedeflenmiştir:

“Sözde darb-ı mesel îrâdına söz yok ammâ//Söz odur âleme senden kala bir darb-ı mesel.”

Heyhat ki günümüzde ne şiir kaldı, ne atasözü, ne de hikmetli söz. Artık ne kadar kaba ve ne kadar hakaretâmiz konuşup yazabilirseniz o kadar makbulsünüz.

 

Alıntı: Ahmet Sevgi

Posted in Atasözleri Vecizeler | Tagged , , , , , , | BEYİTLERDE ATASÖZLERİ için yorumlar kapalı
Ara 05

TÜRKLERDE KADIN…

TÜRKLERDE KADIN…

Bir dini liderin (tarikat önderi) kadınlar hakkındaki söylemlerinden sadece ufak bir kesiti yazacağım buraya :

-Kadını kendi haline bırakırsan her gün uçurumdan aşağı uçar!
-Kadın sokakta gözükecek bir şey değildir!
-Kadın erkeğe gözükecek bir şey değildir!
-Kadın en dayanılmaz şeydir, onu görmeyeceksin!
-Kadın alışveriş yapmaz, dükkân açmaz, mektebe gitmez, kadından memur olmaz!
-Kadınlarin şerefi gizli kalıp erkeğe gözükmemelerindedir!
-Çarşafı olmayan kadın çatısı olmayan harap evdir!
Vs.vs.vs…

Ortaçağ Avrupası’nda da cadılar vardı bilirsiniz. Erkeğine kafa tutan, hakkını arayan, azcık sesi çıkan kadınları ‘bunun içine şeytan kaçmış, cadı olmuş bu’ diyerek canlı canlı yakarlardı.

Bir tarafta o zamanın Hıristiyan önderleri bir tarafta bugünün Müslüman önderleri!
Her ne kadar bu iki taraf birbirini beğenmiyor olsa da zihniyet olarak aralarında bir fark görmüyorum.

Her şeyden önce, bu nasıl bir “kadın korkusu”!…

Gelelim bize ;
İbni Batuta’nın seyahatnamesinde yazdığı cümlelere göz atalım :
“Türklerde tuhaf bir hale şahit oldum ki oda kadınlarına gösterdikleri hürmettir.
Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerden daha üstündür.”
Yine şöyle ekler İbni Batuta,
Türk kadınları erkeklerden kaçmaz, toplumsal hayatta erkeklerle yanyanadırlar ama bununla birlikte gördüğüm en namuslu kadınlardır”

Kısaca ;
Bektaşi geleneğimiz, erenlerimiz, Yesevilik, Türk-İslam kültürü… Vs.vs…
Türk Erenleri sahadan elini eteğini çektiğinden beri ortalıkta İslam müritleri, şeyhleri adına ne olduklarını tam olarak kestiremediğimiz acaip acaip tipler gezer oldu.

Ne güzel bir medeniyetsin sen ey Türk Medeniyeti!
Seni tanıdıkça sana aşık oldum,
Aşık oldukça daha çok tanımak istedim…
Tanıdım sevdim, sevdim tanıdım…

Ve yine bize ait olandan, bizim geleneğimizden bir söz ile bitirelim :

“KADIN BİLMEYENE NEFS… BİLENE NEFESTİR…
Türkiye de kadını aşağılayıcı (oruspu, şıllık, fahişe, avrat,şeytan,fettan v.b) gibi kelimeler Türkçe değildir.

 

Alıntı: Özcan Kahraman

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , | TÜRKLERDE KADIN… için yorumlar kapalı