Ağu 08

KAYSERİLİNİN İNEGİ

 Kayserilinin İneği Hastalanır inek öldü ölecek Allaha dualar etmeye başlar adaklar adar;
– Allahım ineğimi iyileştirirsen 10 gün oruç tutacam der,
Sabah Ahıra girer bakar inek iyileşmiş ayağa kalkmış, 10 gün oruç sözünü tutar
11. gün ahıra girer bakar ki inek ölmüş
– Kafasını yukarı kaldırır ve
– Allahım hiç boşuna kandırdım deme der, ben bu 10 günlük orucu Ramazan Ayından düşerim,
İneği de Kurbana sayarım
 
 
*Bindallı (Akpınar) Dergisinden
Posted in Fıkralar | Leave a comment
Ağu 08

2 Saniyede 0’dan 100’eçıkıyor.

Üç adam barda oturmuş konuşuyorlarmış.
Birincisi demiş ki,
– “Karıma öyle bir he…diye aldım ki, 6 saniyede 0’dan 100’e çıkıyor.”
Diğerleri anlamamışlar.
– “Ne aldın?” diye sormuşlar.
– “Beyaz bir Porsche aldım. Çok mutlu oldu.” diye cevap vermiş.
İkinci adam demiş ki,
– “Ben de geçen doğum gününde karıma 4 saniyede 0’dan 100’e çıkan bişey almıştım.”
Hemen anlamışlar tabii ki:
– “Heey, yoksa Ferrari mi aldın?”
Adam gülümsemiş:
– “Evet, kıpkırmızı bir Ferrari aldım. Gerçekten de ona
çok yakıştı.” demiş.
Bu sefer üçüncü adama sormuşlar:
– “Peki sen ne aldın karına?”
Adam demiş ki:
– “Ben öyle bişey aldım ki; sadece 2 saniyede 0’dan 100’e çıkıyor.”
Adamlar şaşırmışlar:
– “Atıyosun!” demişler,
– “Öyle bir araba olmaz ki?!”
– “Araba aldığımı kim söyledi” demiş adam. Diğerleri:
– “ne aldın peki?”
– “BASKÜL”
Posted in Fıkralar | Leave a comment
Ağu 06

Atasözleri ve vecizeler

*”Türkler öyle bir millettir ki, Hayatta bir tane bile kalsa devlet kurup intikamını alır.”   [Adolf Hitler]

*“Allah’ın gülü dikenli yarattığına hayret edeceğiniz yerde, dikenler arasında gül yarattığına hayret ediniz.” Arabistan atasözü

 
*“İnsanlar idealleri için, hayvanlar ise menfaatleri için mücadele ederler.”  Fransız   sosyolog Gustave Le Bon

 *“Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da dünyanın başkenti olmalıdır”     (Fatih Sultan Mehmet)

 
*Ne ibrettir kızarmak bilmeyen çehren! Bırak kardeşim tahsili; git önce edep, hayâ öğren… Mehmet Akif ERSOY 
                                                                          
Posted in Yazılarım | Leave a comment
Ağu 06

AZRAİLİN GÜZELLİĞİ

  (GERÇEK HAYAT HİKAYESİ)

Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı. Bu hastam göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen, bazı formaliteler sebebiyle o imkânı bulamamıştı. Serap ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım. Ve kısa bir süre sonra da iyileştiğini gördüm. Ancak Serap”ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5 yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu. Bir iş kadını olan Serap, 4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir”e gitmek istedi. Kış aylarında olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim. Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmış. Dönüşünden kısa 1 süre sonra kanser, kemik ve akciğerine yayıldı. Serap bacak kemiklerindeki metastaz nedeniyle yürüyemez hale gelirken, hastalığın akciğerdeki tezahürü sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı kullanıyor ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda kalıyordu. Evine gittiğim gün, yine güçlükle konuşarak:

-“Doktor bey” dedi. “Ben size dargınım.” “Niçin?” diye sordum.

-“Siz, dindar bir insanmışsınız. Niçin bana da, ALLAH ı, ölümü, ahreti anlatmıyorsunuz?”

Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklifi karşısında oldukça şaşırdım. Onu üzmemeye çalışarak:

–“Doktora ulaşmak kolaydır” dedim. “Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun. Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın…”

Konuşmaya mecali olmadığından “Ben o isteği duyuyorum” manasında başını salladı. Artık ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanı sıra, ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış ve dersler “hızlandırılmalı öğretime” dönmüştü. Anlattığım iman hakikatlerini bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu. Vefatına bir hafta kala:

-“Doktor bey” dedi. “Ben ölürken ne söylemeliyim?”

-“Senin durumun çok özel” dedim. “Kelime-i Şahadet sana uzun gelir. O anı fark edince “Muhammed”” (s.a.v) sana yeter.”

O, haliyle tebessüm ederek yine başını salladı. Çok ıstırabı olduğu için Serap”a sürekli morfin yapıyor ve O”nu uyutmaya çalışıyorduk. Ben, bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim. Dönüşümde annesi telefon ederek:

-“Serap, bir haftadır morfin yaptırmıyor.” dedi. “Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor. Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum. Aldığım cevabı hala unutamıyor ve hatırladıkça ürperiyorum. “Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “Muhammed” diyemezsem?.

İşte Serap, böyle bir hanımdı. Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer bir kaç gün daha ömrü varsa, son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti. Ben hiç âdetim olmadığı halde cuma gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap”ın acizliği hürmetine sandığım salı gününe kadar yaşayacağına dair işaret sezdim.

Ertesi gün Ona:

-“Hiç korkma!” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin.”

Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu görüşmemizde son sorusunu da sordu:

-“Doktor bey… Azrail bana nasıl görünecek?”

-“Kızım” dedim. “O bir melek değil mi? Hiç merak etme, sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.”

Salı günü Serap”ın ağırlaştığı haberini alınca hemen eve gittim. Ancak vefatına yetişememiştim. Ailesi tam manasıyla perişandı. Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:

-“Doktor bey, biliyor musunuz, bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!” dedi ve devam etti:

-Serap, bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve “yataktan kalkması imkânsız” denmesine rağmen kalkarak abdest aldı, iki rekât namaz kıldı. Bütün ev halkı hayretten donup kaldık. Ve kelime-i Şahadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:

-Doktor beye söyleyin, dedi. Azrail, Onun söylediğinden de güzelmiş!…

 [-Onk. Dr. Haluk Nurbaki den gerçek bir hatıra-]

Posted in Hikayeler | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

23 DEFA SONULAN SORU

        80’ine merdiven dayamış yaşlı babayla onu ziyarete gelen 45 yaşlarında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal hatırdan, çoluk çocuktan, havadan sudan bahsettikten sonra oğlu susmuş; ayrılma vaktinin geldiği davranışları göstermeye başlamış. O anda oturdukları yerin yanındaki pencereye bir karga gelmiş. Yaşlı baba kargayı görünce gülümsemiş. Biraz baktıktan sonra oğluna sormuş: “Bu ne oğlum?” Oğlu şaşkınlıkla; “O bir karga, baba!” demiş. Yaşlı baba kargaya bakarken oğluna tekrar sormuş:”Bu ne oğlum?” Oğlu biraz daha şaşkın bir halde: “Baba o bir karga!”  Karga hala pencerede kendine has hareketler yapıyormuş. Yaşlı baba üçüncü kez oğluna: “Bu ne oğlum?”demiş. Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönüşmüş ve: “O bir karga baba, üç defadır soruyorsun! Beni işitmiyor musun?” Yaşlı baba sakin dördüncü defa oğluna sorunca oğlunun sabrı taşar sesini yükselterek sinirli bir şekilde: “Baba! Bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen sormaya devam ediyorsun! Sabrımı mı deniyorsun, baba?” Babası yüzünde tatlı bir gülümsemeyle yerinden kalkmış, içeri odaya gitmiş ve elinde bir hatıra defteri ile geri dönmüştür. Oturup defterin sayfalarını karıştırmış ve aradığını bulmuştur. Sevgiyle gülümsemesine devam ederken açmış olduğu sayfayı göstererek defteri oğluna uzatmış ve okumasını söylemiş. “Bugün üç yaşında minik yavrumla salondaki pencerenin yanındaki sedirde otururken pencereye bir karga kondu. Oğlum tam yirmi üç defa onun ne olduğunu sordu. Her soruşunda da sevgiyle, şefkatle sarılarak onun bir karga olduğunu söyledim. Bundan hiç rahatsızlık duymadım tam aksine onun masumca tekrar sorması benim içimi sevgiyle doldurmaktaydı.”  “İşte oğlum sen benim dört defa sormamdan rahatsız oldun ama ben bir zamanlar senin yirmi üç defa sormandan mutluluk duymuştum. Neden kızıyorsun!” demiş.

*Genç Beyin Dergisi’nden

Posted in Hikayeler | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Ankara Mucizesi

    

         Ehl-i Beyt’ten Horasan’a yerleşip oradan füzeler gibi Anadolu’ya gelen erenlerden biri Aksaray’da Hamit Hazretleridir. Mana anahtarını Ankaralı öğrencisi Hz. Hacı Bayram Veli’ye vermiştir 
         Efsanemiz Anadolu’nun tam orta noktasında geleceğin TÜRKİYE CUMHURİYETİ’nin merkezi olacak Ankara’ya manevi çadırını kurmuştu.
         Bir yandan insanlara gönül ekranlarında ilahi tecelliyi nasıl bulacaklarını öğretiyor, bir yandan da İstanbul’un fethine görevli Akşemseddin’e mana anahtarını hazırlıyordu.
         Aslında Hacı Bayram Veli’de iki önemli hikmet gizliydi. Bunlardan biri İstanbul kalelerinin manevi anahtarı, diğeri kendinden beş yüz yıl sonra gelecek olan Cumhuriyet Türkiyesi’ne başkent olacak Ankara’nın manevi anahtarı…
         Sonuncu hizmeti bundan iki asır önce gelen Bitlisli Mutsak Baba sezmiş ve bir şiirinde açıklayıvermişti.
         Hicri 1264’de basılı divanında 29. sahifesinde aynen şu şiir yazılıdır. (Vefatı 1243)
         Me’vayı nazenini kim Elf olursa efser
         Labud olur o me’va İstanbul ile hemser
         Nun vel kalem başından alınsa Nun’u Yunus
         Aldıkça harfi diğer olur bu Remz Ahser;
         Miftahi Sure-i kaf serhaddi kaf ta Kaf
         Munzan olunmak ister Rayı Resulü Peygamber,
         Hay-ı Huy ile ahir maksud oldu zahir
         Beyti Veliyyul Ekrem El Haç-iydi Ekber
         Ey padişah Fahham Sultan Hacı Bayram
         Ruhanı ister ikram muştak Abdi Çaker
          Bu şiir bir “istihraç” türüdür. Yani geleceğe ait bir olayı üstü kapalı bildirmektir. Şiirde ilk mısra anahtardır.
         ELF, efser olunca o şehir İstanbul’la eşit olacaktır diyor. Alttaki mısralarda birbiriyle ilgisiz sözler var. Bu sözler sıra ile N,K,R,H harflerini sıralıyor. Elf kelimesindeki € harfi başa alınırsa ENKRH den kurulu bir kelime çıkar ki, Arap harfleri ile bunun karşılığı ANKARA’dır. Ankara’nın İstanbul ile eşit bir şehir yani başkent olacağını Bitlisli Muştak Baba iki yüz yıl önce böyle bir şifre ile gelecek kuşaklara duyurmakta, belki anlamayan olur diye şiirinin son dizesinde Hacı Bayram Sultandan manevi bahşiş istemektedir. Şimdi şiirin ilk dizesindeki şifreye geçelim.
         “…………..elf olursa efser”
         (Elf) Arapça bin demektir.(Efser)’in ebced hesabındaki karşılığı 341 olunca, dizenin karşılığı da 1341 olur. Yani 1341 yılı gelince o şehir (Ankara) İstanbul’la eş olacaktır.
          Ankara 1923 yılında yani hicri 1339’da başkent oldu. 2 yıllık fark efrenciye takvimi değişikliklerinden gelmektedir. Şair bu inceliği de düşünmüş, son dizesinde “o yıl iydi Ekber yılıdır” yani Kurban Bayramı Cuma gününe rastlayacak demiştir. Nitekim Ankara’nın başşehir olduğu 1339 yılının Kurban Bayramı Cuma’ya rastlamıştı.
          Anadolu mucizesinin ilahi kader ekranında ne denli açık ayrıntıları ile yazılı olduğu gerçeğini bir kez daha vurgulamak istedik.  
 *Anadolu Mucizesi Kitabı’ndan  Alınmıştır.
Posted in Yazılarım | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Akıl

 Allah’ın Resulü (SAV) buyuruyor.
       “Her şeyin bir aleti vardır. Müminin aleti ise akıldır. Her şeyin bir bineği vardır. Kişinin bineği ise akıldır. Her şeyin bir direği vardır. Dinin direği ise akıldır.” 
          Yine bir hadisi Şerifinde;
       “Rabbinizi biliniz ve anlayınız. Birbirinize aklın kemalini tavsiye ediniz. Çünkü size emredilenler gibi, yasak edilenleri akılla bilmiş olursunuz. Biliniz ki, Rabbiniz karşısında sizi kurtaracak aklınızdır.”
         Derviş Ahmet Kalender diyor ki;
       “Bence akıllı insan kendi saadetini kimseden medet ve muavenet (denge) ummadan kendi yapandır.”
         Bir cemiyette kalabalığa karışıp kaybolmamak için, bir şey olmak, bir varlık, bir mevcudiyet göstermek zaruridir. Bu da akıl ile mümkündür. O zaman göreceksin ki bu yüksek zevk ve saadeti tattığın gün sana çok kıymet veren ve seni çok seven babanı da hatırla.  
         Allah Resulü (SAV) buyuruyor, ”Babaya itaat Allaha itaattir.”    
        Büyük insanlar (Dahiler) fikirleri,
       Orta insanlar (Zekiler) sistemleri,
       Basit insanlar (Aptallar) olayları, kişileri tartışırlar.
    
        “Avcılıkta hedef; gez, göz, arpacıkla,    İstikbalde hedef; bilgi, akıl ve kalp ile vurulur.”   Kenan ŞAHBAZ
Posted in Yazılarım | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

AHMET RÜSTEM BEY

         Osmanlı’nın Amerika’daki son büyük elçisi Ahmet Rüstem Bey, Sadettin Nihat Paşa’nın (Polonyalı Bilinski’nin) oğlu Alfred olarak 1862’de Midilli’de doğmuştur. Babası gibi Müslümanlığı kabul etmiş ve Ahmet Rüstem adını almıştır.
         Ahmet Rüstem Bey, Beyaz Saray’ı ziyaretinde, yerde serili ay yıldızlı halıyı görmüş ve kıyameti koparmıştır:
       “Bu yere serdiğiniz ve çiğnenmesini istediğiniz halı, benim memleketimin şerefidir. Üzerinde hem dini inancımız hem de şehitlerimizin al kanı var. Onun yeri, ayakların altı değil, ellerin erişemeyeceği yükseklerdir. Bu halı buradan kaldırılana kadar sarayınıza adım atmam mümkün olmayacaktır.”
        Ahmet Rüstem Bey’in kâtiplikten büyük elçiliğe uzanan diplomatik hayatındaki çıkışı sadece bu da değildir. Bu ve buna benzer çıkışlarında o, sadece vatanseverliğin değil, aynı zamanda cihanşümulluğun da en güzel örneklerini vermiştir.
        Rüstem Bey Osmanlı’ya yapılan haksızlıklar karşısında ilk çıkışını, Eweninğ Star’da müthiş bir beyanatla yapmıştı. Ve demişti ki:
       “Cezayirlileri mağaraya doldurup dumanla boğanlar, Hint isyanında insanların ağızlarına barut koyup ateşleyenler, Yahudileri fırınlarda yakanlar, Filipinlileri su işkencesi ile katledenler ve zencileri linç ederler, Kızılderilileri yok edenler batılı değil mi? Bütün bu barbarlıklar Osmanlı’nın yaptığı iddia edilenlerden daha mı azdır?”
        Ahmet Rüstem Bey’in bu çıkışı, hem Başkan Wilson’u hem de hükümetini kızdırmış, Amerika ile Osmanlı münasebetlerini kopma noktasına getirmişti. Başkan, Dışişlerine talimat vererek, gazetede yayınlanan sözlerin kendisine ait olmadığını bizzat Rüstem Bey tarafından özürle açıklamasını ister. Fakat Rüstem Bey, “özür” yerine, bu defa adeta “muhtıra” verecek ve diyecektir ki:
       “Benim Amerikan hücumlarına karşı memleketimi koruduğum açıktır. Ben vatanıma, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve nihayet insanlığa karşı manevi vazifelerimi tamamıyla yapmış olduğuma vicdanen müsterih bulunuyorum.”
         Bununla beraber karar iletilir ve denir ki:
       “Beyanatınız ve yazılarınız için pişmanlığınızı ifade ederseniz, başkanlığımız bunları görmemezlikten gelmeye mütemayildir.”  Ancak Cevap bir hayli serttir:
       “Hükümetimden benim mezuniyetimin bağışlanmasını istemek, mecburiyet haline gelmiştir. İstanbul’a 15 gün içinde dönecek, ama söylediklerimden asla dönmeyeceğim!”
         Sadrazam Sait Halim Paşa’ya çektiği 9 Ekim 1914 tarihli telgrafında kullandığı bu cümle Amerika’daki diplomatik mücadelenin ne denli mühim olduğunu ortaya koymaktadır.
       “25 Ekim’de İstanbul’da olacağım. Şayet o tarihe kadar benden bir haber alınmazsa, akıbetimi araştırınız” diye telgraf çeker.
       (Türk Dünyası Tarih Dergisi)
Posted in Hikayeler | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Dilekçe

Bir sorudur takılmıştı kafama

Hâlim arz eyledim yüksek makama

Bugün git yarın gel dediler bana

Birkaç gün dolaştı cepte dilekçe

                        x          x          x

Pek çoğu usandı ümidi kesti

Hatırlı, gönüllü rüzgârlar esti

Sırayı, kuyruğu çiğnedi geçti

Yine alta düştü dipte dilekçe

                        x         x        x

Ağır aksak dolaşmaktan bunaldım

Sayamadım kaç daireye vardım

Günlerce bekleyip bir haber aldım

Bir el buruşturmuş çöpte dilekçe

 

24.12.1985

Posted in Şiirlerim | Tagged | Leave a comment
Ağu 06

Sana Çiçekler Açar

Şırıl şırılsuları andırır  pınarlarda sesin,
Yaylalarda kokusunu vermiş  kekiklere nefesin
Gurup hasret o gülkurusu rengi dudaklarına
Gonca hasetten beddua eder yanaklarına
Hep senin için, hâlâ sana açar çiçekler
Zerafet alır senden, şu narin kelebekler
Taç yapmaktan usanmam yıldızlardan başına
Samanyolu gerdanlık, kolye gökkuşağı sana…
Mehtabısın ömrümün asırlarca öyle kal
Sen benimsin, ben senin, tereddüde yok mahal!
20.01.1982
Posted in Şiirlerim | Tagged | Leave a comment