Eki 01

BEN TAVAYA YAPIŞTIM

BEN TAVAYA YAPIŞTIM…

Bir gün bir bilim adamı yılbaşı nedeniyle hastaneleri gezip akıllanan delileri salmaya karar vermiş. Bir sürü hastaneyi gezmiş fakat hiç akıllandığına kanaat getirilen deliye rastlamamış. En sonunda bir hastaneye gitmiş birde bakmış ki bütün deliler zıplıyor.
Hemen onlarla ilgilenen doktorlara sormuş: – Bunlar neden böyle zıplıyorlar?
Doktor: – Bunlar kendilerini mısır patlağı zannediyorlar, demiş.
Birde bakmışlar ki bir tanesi zıplamadan yatağın üzerinde sabit bir şekilde duruyormuş. Hemen ona yaklaşarak sormuş: – Sen neden zıplamıyorsun?
Deli: – Ben tavaya yapıştım…

Posted in Fıkralar | Tagged , , , , , , | BEN TAVAYA YAPIŞTIM için yorumlar kapalı
Eyl 29

TÜRK İSTİKLÂL VE CUMHURİYETİNİ KORUMAK

TÜRK İSTİKLÂL VE CUMHURİYETİNİ KORUMAK

İnsanlar, tarih boyunca milletler halinde yaşadı. Kavim de denilse, budun da denilse, ulus da denilse fark etmiyor…

Yalnız bugün Türk Milleti, her zamankinden daha tehlikeli ve daha sinsi bir tehdit altındadır ve çoğunluk bu durumun farkında bile değildir…

Tehdit şu ki, Türklerin kurduğu devlet, “Yeni Osmanlı’yı kuruyoruz” diye aldatılan Türklerin de rızasıyla yıkılmak isteniyor. Bunu sağlamak için de ülkenin nüfus yapısı hızla değiştiriliyor. Yani millî devleti yıkmak için yabancı nüfus akını işle birlikte milliyetçi duygular kullanılıyor! Oysa kurulmak istenen devlet Orta Doğu Birleşik Devletleri’dir!

Bu durum, tıpkı kimyasal bir karışımda olduğu gibi “tepkime”lere sebep olacaktır. Patlama olmaması için katalizör olarak kullanılan Osmanlıcılık, halkı devamlı kandırmaya yetmeyecektir…

***

Yıllar önce bir arkadaşım anlatmıştı. Florida’nın Boca Raton şehrinde iki Türk olarak, İngilizce öğrenmek için bir kilisenin açtığı dil kursuna gitmişler. Bir gün kursta bir film gösterilmiş. Filmde hilkat garibesi veya zebani gibi korkunç bir yaratık insanlara devamlı kötülük yapıyormuş. Film, “Türk” adlı bu yaratık ile iyi insanların mücadelesi şeklinde sürüyormuş. Filmin sonuna doğru, seyirci olan kursiyerler, Türk’ün mağdur ettiği insanlarla adeta bütünleşmişler! Filmde bu insanlar birlik olup Türk’ü hırpalayınca kursiyerler de kendilerini tutamayıp, “Türk’ü öldür” diye bağırmaya başlamış. Bunun üzerine bizim iki Türk, o korkunç yaratığın tarafını tutarak olanca sesleriyle “Türk, Türk” diye tempo tutmuşlar. Birden gösterim durdurulmuş ve herkes dehşet içinde bizimkilere bakmaya başlamış. Kursu veren öğretmenler, güçbelâ duruma hâkim olmuş! Bizim iki Türk o kursa bir daha gitmemiş!

Arkadaşım, “O yaratıkla kendimizi nasıl özdeşleştirdik, biz de anlamadık. Fakat biz de Türk’tük ve hep birlikte Türk’e saldırıyorlardı. Üstelik sadece filmde değil, filmi seyredenler de buna katılıyordu? İnanılmaz bir psikoloji idi…” demişti. İkisi de üniversite mezunuydu.

***

Bugün ne oluyor peki? Aynı o filmde olduğu gibi Türklük kavramı, kötülüklerle eş anlamlı tutuluyor…

Bugün yerli ve yabancı medyadan ve siyasetten Türklere ve Türklüğe yönelik o kadar iğrenç saldırılar yöneltiliyor ki zaten kişisel sorunlarla boğuşan genç Türkler, bu şeytanca saldırılara karşı rahatlıkla çeşitli iç veya dış örgütlerin elemanları ile kendilerini özdeşleştirebilir! Bu gençlerin beyinleri, milliyetçi bir ideoloji ile değil, kulaktan dolma bilgilerle yükleniyor! Oysa milliyetçilik, bütün dünyada öncelikle bir aydın hareketidir. Bilgi birikimi olmadan duygulara dayalı yapılan milliyetçilik, tuzağa düşmeye her zaman hazırdır.

***

Bugünkü devlet yapısı, gençlerimizi doğru yöne yöneltebilecek bir organizasyon olma yeteneğini kaybetmiştir. Öyle ki okullara imamlar gönderiliyor! Yani okullar, medreseleşmeye doğru götürülüyor. Oysa okulun yeri ayrı, ibadethanenin yeri ayrıdır. Bu ikisi birleştirildiğinde, ülke cehenneme döner. Çünkü kendilerini Allah’ın temsilcisi yerine koyan insanlar, halk üzerinde baskı kurar. Yani bugün sadece millî kimlik değil; dini kimlik de değiştiriliyor. Bir ara, gençlik, dinlerarası diyalog programları ile Hristiyanlaşmaya doğru sürükleniyordu. Şimdi ise din, dinle ilgisi olmayan bazı tarikat veya cemaatlere bırakılmış durumdadır.

Türk gençliği işte bu durum ve şartlarda bile kendi kimliğine sahip çıkarak, Türk İstiklâl ve Cumhuriyeti’ni korumakla görevlidir. Ayrıca kıtalararası güç mücadelelerini, Türklerin lehine çevirmek de her zaman mümkündür.

Alıntı

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , , , | TÜRK İSTİKLÂL VE CUMHURİYETİNİ KORUMAK için yorumlar kapalı
Eyl 27

“TÜRKLER DİNDEN ÇIKTILAR. ARAPLARIN TÜRKLERE KARŞI CİHADI FARZDIR”

“TÜRKLER DİNDEN ÇIKTILAR. ARAPLARIN TÜRKLERE KARŞI CİHADI FARZDIR”

İstanbul’un işgali yaşadığı 5 yıl çok, üstünkörü ve kapalı anlatıldı.
İstanbul sokakları Türk halkının daha önce ismini dahi duymadığı milletlerin askerleriyle doluydu.
Ahmet Hamdi Tanpınar, bu durumu Sahnenin Dışındakiler romanında şöyle dile getirecekti:
“Senegalli nefer, Cezayirli çavuş, siyah sakalı çenesinin altına bağlanmış Hintli gönüllü, İskoçyalı, Kanadalı fedai, Avustralyalı zabit, siyah pelerinli Karabineri, Ermeni tercüman, Rum papazından bozma halk hatibi arasında işte İstanbul’un böyle karışık, derbeder bir hayatı vardı.”
Kimsesiz kalan bazı şehit eşlerinin fuhuşa zorlandığı ve kimi gazilerin dahi İngiliz kuvvetlerine muhbirlik yapabildiği bu devre utanç vesikalarıyla doluydu.
İstanbul halkının izzet-i nefsini çiğnemiş ve tüm manevi iklimi yıkarak gitmişlerdi.
5 sene boyunca kent kimliksizleşmiş ve Osmanlı Devleti’nin namusu olmaktan çıkmıştı.
Halikarnas Balıkçısı’nın, işgal İstanbul’undaki anılarını anlatırken tasvir ettiği şu manzara, İstanbul halkının bu dönemdeki can güvenliği hakkında çarpıcı bir örnektir:
“Şehre adeta bir kâbus havası çöktü.
Şehrin tenha yerlerinden geçmek tehlikeliydi.
Gazhane yokuşundan Taksim’e çıkanlar ölümü göze almalıydı.
Çünkü Taşkışla’yı işgal eden yabancı kuvvetler, yokuştan çıkanları vuruyor ve sonra koşup soyuyorlardı.”
İşgal güçleri tarafından can güvenliği önemsenmeyen İstanbul halkının, mal güvenliği de aynı ölçüde önemsenmiyordu.
Mayıs 1920’de İçerenköy’de İngiliz Cephane muhafız askerlerinden iki Hintli asker, İsmail Ağazâde’nin evine saldırıp, 12 yaşlarındaki kızına tecavüz ettiler.
Temmuz 1920’de Tuzla kasabası İngiliz Hintli askerlerce kuşatılarak Müslümanlara ait evler aranıp, silahlar toplandı.
Kadınlara tecavüz edildi.
Mayıs 1920’de Başıbüyük Köyü’nden Hikmet isimli bir kadın bahçede çalışırken yanına gelen bir İngiliz-Hint askeri, elindeki taşla kadının kafasına vurup, boğazını sıkıp, tecavüz etti.
Nisan 1921’de Kadıköy’de ailesi ile birlikte seyahat eden Rüsumat memuru Süleyman Efendi’nin elleri bağlandıktan sonra gözü önünde ailesine tecavüz edildi.
Bunlar kayda geçen yüzlerce olaydan sadece birkaç tanesi.
Bir de kayda bile geçmeyen vakalar var tabii.
Tarihçi Murat Bardakçı, İstanbul’un altında kaldığı 5 senenin gerekli şekilde ele alınmadığını dile getiriyor.
Dönemin neden yazılmadığını da şu sözlerle anlatıyor:
“İstanbul’un işgal yıllarını (1918-1923) niye kimse yazamıyor? Çünkü utanıyorlar.
İstanbul işgalinde Müslüman Hint ve Senegal askerlerinin girmedikleri ev yapmadıkları rezalet kalmadı! …
Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u gerçekti!
Lozan’da Hilafet İstanbul’da kalmalı diyen İngilizler idi.
Hilafet İstanbul’dan kalkarsa, Hindistan ayaklanır diye panik yapan Hindistan Genel Valisi Londra’yı telgraf yağmuruna tutmuştur.
İngilizler Lozan’da Hilafet’in mutlaka İstanbul’da kalmasını istiyordu.Nitekim Atatürk Hilafeti kaldırdı, Hintlilerde ayaklandı, Hindistan’daki İngiliz işgali de bitti.
Zaten Osmanlı Hilafetini de kimse ciddiye almıyordu.
Osmanlı cihat ilan etti kimse sallamadı, Şerif Hüseyin Cihat ilan etti herkes Şerif Hüseyin’e koştu ve Osmanlı bitti.
Oysa 2. Abdülhamid Araplar için dünyanın yatırımını yapmıştı.
Demek ki din kardeşliği ümmetçilik hikâye, Araplara güvenilmez.”
Konusu açılmışken elbette bahsetmek gerekir.
23 Kasım 1914’de Sultan Mehmed Reşad tüm Müslümanların halifesi sıfatı ile kutsal cihâd ilan etti.
Osmanlı Devleti milli ve dini şuuru güçlendirmek ve toplumu savaş seferberliğine psikolojik olarak hazırlamak amacıyla Fatih Camisi’nin avlusunda halifenin buyruğu, şeyhülislamın fetvası ile cihad-ı ekber ilan etmiş, tüm Müslümanların kanıyla, canıyla, malıyla kutsal göreve katılması istenmiştir.
Osmanlı Devleti sınırları içinde ve dışında, Afrika’nın batısından Hindistan’a kadar tüm Müslümanları savaşa çağıran son cihat ilan edilmiştir.
Müslüman dünyasında bir seferberlik olacağı düşüncesi, cihat çağrısına katılmanın tüm Müslümanlar için farz olduğu daha savaşın başında iflas etmiştir.
1914’te ilan edilen kutsal görev çağrısı Müslüman toplumlarda karşılık bulması bir yana; Mekke Şerifi Hüseyin’in İngiliz altınları ile Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanla işbirliği yapmasını, Osmanlı askerlerini arkadan hançerlemesini bile önlemeye yetmemiştir.
Osmanlı ordusu İngiltere ve Fransa saflarında yer alan binlerce Hint-Cezayirli Müslümanlar ile savaş boyunca mücadele etmek zorunda kaldı.
Şerif Hüseyin’in 1916’daki isyanı ile birlikte de hilafetin adından başka bir etkisinin kalmadığı ortaya çıktı.
Savaş yıllarında sömürge durumunda olan İslâm ülkelerinden beklenen tepki görülemedi.
Aksine İngiltere’nin Araplar’a yönelik çalışmaları sonuç verdi ve Şerîf Hüseyin Osmanlı Devleti’ne isyan etti.
Osmanlıların savaşa girmesinden sonra İngiltere’nin Mısır’daki görevlilerinden Henry Mc Mahon, Şerîf Hüseyin’in beklentilerine uygun olarak onu kendi saflarına çekebilmek için hem bağımsızlık hem de hilâfet vaat etmişti.
Şerif Hüseyin-İngiliz görüşmeleri 10 Mart 1916’da karşılıklı anlaşma ile sonuçlandı.
6 Kasım 1916 tarihine kadar geçen sürede Şerif Hüseyin’e 773 bin Sterlin tutarında mali destek sağlandı.
Şerif Hüseyin yayınladığı cihat bildirisinde, ‘‘…Türkler dinden çıktılar. Arapların Türklere karşı cihadı farzdır…’’ diyordu.
Gerek Osmanlı yönetimi gerekse Suriye’deki ordunun komuta kademesi isyanın gelişini görememiş, bu nedenle devlet Hicaz İsyanına hazırlıksız yakalanmıştır.
Başlangıçta âsilerin sayısı 50.000, bütün Hicaz bölgesindeki Osmanlı askerinin sayısı 15.000 civarındaydı.
Medine savunması ise Fahrettin Paşa’nın kahramanlık destanı yazdığı başka bir yazının konusuydu…
Osmanlı’nın ölüme terk ettiği Paşa’yı kurtaran ise Ankara hükümetinin gayreti olmuştur.
Murat Bardakçı’nın “Demek ki din kardeşliği ümmetçilik hikâye, Araplara güvenilmez.” Sözleri hafızalarımızı tazelemelidir.
Osmanlı işgal altındayken Yunan’la, İngiliz’le kol kola gezen sarıklı cübbeli sözde hocalar, İngiliz’i övüp işgali savunurken, İngiliz çizmeleri Osmanlı Sarayı’nda cirit atıp Müslümanların Halifesi Padişahı parmağında oynatırken, Arap coğrafyasında da öne atılan her sarığın, cübbenin altında yine İngiliz vardı.
Osmanlı’yı sırtından bıçaklayan Araplar, Mekke ve Medine’yi yıllarca koruyan kollayan Türkleri acımadan katletmişti…
Din adı altında, dinbazlık yapıp Türk milletini Araplaştırmaya çalışan her zihniyetin altında da yine İngiliz vardır.
Birilerinin canlı yayınlara çıkarken İngiliz Kraliyet arması taşıyan kol düğmesi takmasından da olsa olsa bu anlaşılmaktadır.
Zenginlik içinde yüzen sözde dini liderler, vatandaşı açlığa ve fakirliğe şükretmeye davet etmeye devam ediyor.
Millet Türklüğünü benliğini unuttuğu sürece de bu böyle devam edecek.
Bugün Türkiye’de sokak ortasında askeri eğitim yapanlar ki bunun, Afgan, Suriyeli ya da Pakistanlı olması hiçbir şeyi değiştirmez…
Yarın bu ülkenin toprak bütünlüğü için açık tehdit olacaktır.
“Onlar Müslüman kardeşlerimiz” diyenlerin, ümmetçilik yapanların kulağından Şerif Hüseyin’in şu sözleri silinmesin;
“Türkler dinden çıktılar. Arapların Türklere karşı cihadı farzdır”
Bu sözleri yakın gelecekte yeniden duyacağız.

Alıntı: Erdem Avşar

Posted in Yazılarım | Tagged , , , , , , | “TÜRKLER DİNDEN ÇIKTILAR. ARAPLARIN TÜRKLERE KARŞI CİHADI FARZDIR” için yorumlar kapalı
Eyl 25

“BİZ GELDİK OSMAN, KALK DA BURSA’YI KURTAR..”

“-BİZ GELDİK OSMAN, KALK DA BURSA’YI KURTAR..”

Yunan Ordusu Bursa’yı işgal edince Venizelos’un oğlu Sofokles, Osman Gazi’nin türbesine gelip sandukayı tıklatarak seslendi;

“BİZ GELDİK OSMAN, KALK DA BURSA’YI KURTAR..”

Tarih; 8 Temmuz 1920.. Yunan Ordusu Bursa’yı işgal etmiş.. Yunan ordusunun başında bulunan Venizelos’un oğlu Sofokles Osman Gazi’nin türbesine giderek sandukayı tekmeleyip ‘’ “-Biz geldik Osman.. Kalk da Bursa’yı kurtar.. Kalk ey koca sarıklı, koca Osman! Kalk da torunlarının halini gör.. Kurduğun devleti yıktık.. Seni öldürmeye geldim..’’ diye bağırdı. Osman Gazi’nin sandukası önünde poz verdi.. Tarihe not düşmek adına Fotoğraf çektirdi.

Bu ibret verici olayın yaşandığında tarihler 8 Temmuz 1920’yi gösteriyordu.

***

Aradan 2 yıl 2 ay geçti.. 11 Eylül 1922 tarihinde MUSTAFA KEMAL PAŞA’nın ORDUSU GELDİ ve tıklama nasıl olurmuş gösterdi.. Sofokles’i de, askerlerini de denize döktü..

Mustafa Kemal Paşa ve askerleri Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp bağımsızlığımızı sağlamamış olsalardı, işgalciler cami ve türbelerimizde bu küstah pozları vermeye devam edeceklerdi.

***

Alıntı: Mehmet Kurthan

Posted in Hikayeler | Tagged , , , , , , , | “BİZ GELDİK OSMAN, KALK DA BURSA’YI KURTAR..” için yorumlar kapalı
Eyl 23

KARANLIKTA UYANAN BİRİ (2)

KARANLIKTA UYANAN BİRİ (2) Yahya Kemal [Beyatlı]

Üsküp o kadar eski ve o kadar Türk’tü ki İstanbul’dan ve Selanik’ten gelen yeni kelimeleri,  yeni eşyayı, hatta yeni şarkıları alafranga telakkî ederdi. Balık suyu idrak etmediği gibi, Üsküp de Türklüğünü idrak etmiyordu, bütün Türk şehirleri gibi kendine sadece Müslüman diyordu.  Maamafih yanında kardeş unsur olan Arnavutlar vardı. Arnavutlar Rumeli’nin son senelerinde yâr ü ağyârca itibarda idiler. Sultan Ahdülhamid Arnavutları seviyordu, nazlarını çekiyordu, hatırlarını sayıyordu. O zaman milletin bu gözde oğulları Üsküp’te gerek hükûmetten, gerekse halktan, Avrupalıların gördüğü imtiyazlı muameleyi görürlerdi; İstanbullular alafrangaya özendikleri gibi, Üsküplüler de Arnavutluk’a özenmeye başladılar; bu dağlı kavmin siyasî itibarından başka kisvesi, silâhı, lehçesi de cazibeliydi. Cahil İstanbullu da Üsküp’ü bir Arnavut şehri zannediyordu; hâlâ da öyle zannedenler vardır. Bu tuhaf fıkra bu bahsi güzel tenvîr eder: Bundan yirmi sene evvel Üsküp halkı belediye reisini, Vali Hâfız Mehmed Paşa’yı istememek dâiyesiyle bir ihtilâl çıkarmış, Midhat Paşa’nın ihtilâlci hocalarından İdris Hoca’nın peşine takılarak Sultan Murad Camiine kapatmıştı; Yıldız bu ihtilâlden ürkmüş, Üsküp’ü Arnavutluk’un merkezi sandığı için -sonraları sadrazam olan- Hakkı Bey’i, Mahmud Esad Efendi’yi ve daha birkaç Bâbıâli siyasîsini heyet hâlinde göndermişti. Hakkı Bey Üsküp’e gelmiş, padişah nâmına, eşrafı davet etmiş, nasihate koyulmuş; lâkin dikkat etmiş ki, bu eşraf Türkçe konuşuyor da Arnavutça bilmiyor, isyanda çizmeden yukarıya çıkmıyor; Üsküplülerin Arnavut olmadıklarının farkına varmış ve derhâl hiddetlenmiş: “Biz de sizi Arnavut zannediyorduk, çıkınız buradan!” diye kovmuş.
Üsküplüler Arnavut olmadıklarına yanıyorlardı; Avusturya gibi bazı devletler Üsküp’ü Arnavut görmek ve göstermekte menfaattardılar; zaten biz de öyle biliyorduk. Her büyük şehrimizde olduğu gibi burada da leylî ve neharî bir idadî mektebi vardı. Bu mektepte Arnavutlar, Karadağlılar meccanî tahsil görürlerdi. Bir Türk’ün ücretle bile yerleşmesi güç olurdu. Arnavutlar, bugünkü felâketlerini hazırlayan o Kanunî devrinde Üsküplülere, kendilerinin tortusu bir unsur nazariyle bakarlardı.
Arnavutluk’un ikbâli gitgide Arnavut milliyet nazariyesini doğurdu: Yeni Arnavut elifbâsı, siyah kartallı bayrak, büyük Arnavut devletinin hudutları alttan alta fikirlere yerleşiyordu. Bu heves yalnız Arnavutları değil, Kosova’da beş asırdan beri yerleşmiş fatih Türklerin çocuklarını da sardı.
Eski Türk beylerinin, ağalarının, esnafının çocukları Başkım kulüplerine yazıldılar, kendi kanlarına sövmenin lezzetini aldılar. Bu hevâ vü hevesin ateşini düşman yakmıştı, İstanbul da bu ateşin üzerine barutla yürüyordu. Lâkin bu hep bildiğimiz sergüzeşti burada açmayalım.
Rumeli faciasından sonra Türk devletinin çekilişine yâr ağladı, hatta zaman zaman ağyâr da teessüf ediyor; bunu hep biliyoruz. Lâkin ben dün bu bağrı yananlardan bir gençle görüştüm.
Bu genç samimî ve sıcak sesle dedi ki: “Meğerse Rumeli’nin en asil, en metin, en hâlis unsuru Türk’müş!…” Bunu nasıl anladığını sordum. Cevap verdi: “Son on üç senenin tecrübesiyle… Rumeli’de Türk hâkimiyetinin yerine geçen unsurlar hâkimiyet sıfatına liyâkat kazanamadılar, lâkin mahkûm unsurların liyâkatleri bu münasebetle daha ziyade ortaya çıktı. Devlet Rumeli’ye hâkimken Türk’ün esâmesi okunmazdı. Bilhassa Arnavut kardeşlerimizin millî faziletleri dillerde destandı. İslâmda asil unsur varsa Arnavut’tu. Arnavut cesurdu, hürdü, azimkârdı, Nuh der peygamber demezdi cinsi, dini, millî izzet-i nefsi, hakkı uğrunda pervâsızca can verirdi. Türk hâkimiyeti devrinde Arnavut’un bütün bu destan olan meziyetlerine sonraları Avrupalılar da daha ziyade revnak verdiler, dediler ki: Arnavut Asya’dan değil Avrupa’dandır, Turanlı değil Arya’dır. Türk’ü Avrupa’da tutan Amavut’tur. Avrupalılar böyle bir sıfatla Arnavutları pehpehlediler. Sarayın gözdesi, milletin gözbebeği olan Arnavutlar medeniyetin bu iltifatlarıyla da mest oldular. Türk idaresi zamanında Başkım cereyanı türedi. Kosova’nın, Manastır’ın an-asıl Türk olup da Türklüğünü unutan unsurlarından nice kimse kendilerini Başkım cereyanına bıraktılar. Sonra Rumeli parçalandı. Müslümanlar mahkûm vaziyete düştüler. Bu geçen onüç sene mahkûmlar için yaman bir imtihan devriymiş. Türkler hâkimiyetleri zamanındaki tevazulu vaziyetlerini mahkûmiyetlerinde de muhafaza ettiler, yalnız devrin değişişi Arnavutları pek ziyade söndürdü. Sırp hâkimiyeti altında yaşayabilmek için bir cemaat tesânüdü göstermek lâzım geliyordu. Arnavut kardeşlerimiz yazık ki, bu kadarcık bir tesânüdü bile göstermediler. Son intihabât iyi bir mihenkti. Türkler kırbaç, sopa, dipçik altında kalan en ücra köylerde bile azimlerinden şaşmadılar, re’ylerini yine Müslüman kutusuna attılar. Arnavutlar bilakis dağıldılar, hâkimlerinin millî rekabeti karşısında derlenip toplanamadılar, son çareleri olan re’ylerini millî muarızları olan fırkalara verdiler. Bu küçük bir misal. Lâkin böyle küçük misaller çok. Zaman geçtikçe meydana çıkıyor ki o tumturaktan, alâyişten, böbürlenmekten âzâde yaşayan Türk milliyeti demirden bir kitleymiş. Türk memleketinin asıl sırrı Türk’deymiş. Arnavut’u, Çerkez’i, Kürt’ü, hâkim ve metin bir millet kitlesi eden Türk mayasıymış. Bugün Rumeli’de bilfiil meydana çıkan netice ispat etti ki Türk bu devletin Müslüman unsurlarını birleştirmek için Allah tarafından bir mevhibe imiş. O giderse Arnavutlar, Kürtler, Çerkezler çil yavrusuna dönerlermiş.  Bugün Arnavutlar ne bir ordu, ne bir müessese, ne bir idare şebekesi vücuda getirebiliyorlar. Bir zaman Türk idaresinde ferdî kabiliyetle o kadar büyük adamlar yetiştiren bu unsur, kendi başına kalınca şaşırdı. Arnavutluk’ta âciz, Sırbistan’daysa irade-i cüz’iyesine bile sahip değil. Onüç senede Türk’ün büyük bir millet ol-duğunu anladık, zaman geçtikçe daha ziyade anlayacağız zannediyorum. Uyandık, lâkin karanlıkta uyandık…” dedi.

Kaynak: Yahya Kemal, “Karanlıkta Uyanan Biri”, Dergâh, S. 15, C. II, 20 Kasım 1921

Posted in Yazılarım | Tagged , , , , , , , , , , | KARANLIKTA UYANAN BİRİ (2) için yorumlar kapalı
Eyl 21

KARANLIKTA UYANAN BİRİ (1)

KARANLIKTA UYANAN BİRİ (1) Yahya Kemal [Beyatlı]


Üsküp eşrafından bir gençle görüştüm. Bu genç Rumeli’yi fetheden ilk Türklerin torunlarındandı. Humbaracızâdeler adıyla anılan ailesi Fatih devrinde Üsküp toprağına kök salmış, o toprakta büyük bir meşe gibi kocamış, ayrı ayrı hanedan dalları vermiş eski bir aileydi. Üsküp şehrinin ortasında akan Serava kenarında köhne konaklarda otururdu. Cedlerinden kalma çiftliklerden başka İshak Paşa gibi İstanbul fethinde surların üstüne Anadolu askeriyle yürümüş olan bir paşanın; İsa Bey gibi bütün Tuna ve Sava boylarını fethetmiş bir beyin evkafına mütevelliydi. Konağının herhangi penceresinden baksa bu cedlerin cami, medrese ve imaretlerinin kurşunlu kubbelerini görürdü.
Üsküp son zamanlara kadar ilk asırlardaki çeşnisini tamamıyla muhafaza etmiş bir Türk şehriydi. Murad-ı Sânî devrinin canlı bir resmi gibiydi. Halk hâlâ o lehçeyle konuşur, o türlü esvaplar giyer, o devirdeki gibi yaşardı. İhtiyarlarının kıllı göğüsleri kışın bile açık, çorap görmeyen ayaklarında uzun kırmızı yemeniler, ellerinde kol kalınlığında kısa kiraz çubuklar, omuzlarında cepkenler, bellerinde geniş kuşaklar, bacaklarında çuha çakşırlar, kaşları gözlerini ve bıyıkları ağızlarını örtecek kadar gürdü. Seciyeleri ve sıhhatleri demir gibi olan bu ihtiyarları gören bir İstanbullu, Naimâ Tarihi’nin sahifelerinden fırlamış zannederdi. Bu şehrin gençleri de çakşırlı, fermeneli, gençliğin atılganlığıyla bıçak ve tüfek oyunu oynar, tambura çalar ve türkü söyler, âdeta bir Yeniçeri Ortası’nı andırırdı; kadınları kırmızı canfesten şalvar ve bürümcük gömlek giyerler, boyunlarına sıra sıra Mahmudiyeler takarlar, ellerinin ve ayaklarının parmaklarını kınasız bırakmazlardı.
Bu şehir Fatih devrinin ruhanî bir mezarlığıydı. Her köşesinde bir evliya yatardı. Halkı rivayet ederdi ki ya Bağdat’ta bir evliya fazla imiş yahut da Üsküp’te; ulemâ henüz bu bahsi halledememiş. Lâkin Üsküp’ün evliyaları hep cengâverdiler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamayacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. Bukağılı Baba’nın başı ucunda düşman zindanından taşıdığı bukağılar vardı. Kale içinde yatan Cafer Baba’nın kabri gülleden bir duvarla örülüydü: Düşman Üsküp’ü sardığı zaman topa tutmuş, Cafer Baba da şehrin üstüne düşürülen gülleleri daha havadayken elma tutar gibi eliyle tutar, üst üste yığar, kabrinin etrafına gülleden bir duvar örermiş. Gazi Baba, etrafında binlerce gazi ile bir tepede yatardı. Kandil geceleri Gazi Baba semti bir mum şehrâyini hâlinde görünürdü. Haydar Baba’nın türbesi Kosova Meydan Muharebesinin yolu üzerindeydi. Fakat bu şehrin bin bir evliyasını sayamayacağım.
Tanzimat bu şehrin yanına bir hükûmet konağı kurmuş, lâkin ahlâkına, seciyesine, zihnine nüfuz edememişti. Yine beyler ayrı, ağalar ayrı, halk ayrıydı. Bey kanından olmayan biri bey unvanını takınmaktan utanırdı. Üsküplüler Bey unvanını fuzûlî takınan İstanbullu memurlara inadına efendi derlerdi.
İstanbul’un fethinde kanını döktükten sonra Haliç kenarında “Üsküplü” mahallesini kurmakla İstanbul’a ilk Türk mayasını veren bu şehir, o zamanlar bir medeniyet merkeziymiş; âlimler, şairler, münşîler yetiştirmiş, Selâtin camilerine benzer camilerle, medreselerle, tekkelerle, bedestenlerle, çarşılarla bezenmiş. Maamafih medeniyeti yıkılmaktan ziyade bir göl gibi durmuştu. Çarşısı, kazzâzları, bezzâzları, haffâfları, hallâçları, bakırcıları, kuyumcuları, silâhçılarıyla olduğu gibi duruyor, çalışıyor ve işliyordu. Çırak, kalfa ve ustaların sıfatları, mevkileri, kıyafetleri eskisi gibiydi.

Kaynak: Yahya Kemal, “Karanlıkta Uyanan Biri”, Dergâh, S. 15, C. II, 20 Kasım 1921

Posted in Yazılarım | Tagged , , , , , , , , , | KARANLIKTA UYANAN BİRİ (1) için yorumlar kapalı
Eyl 19

SENİ GÖRMEK(=SENİ SEVMEK)

SENİ GÖRMEK (=SENİ SEVMEK)

* * *

Şahlanan duygulara bir gem vurulur mu hiç?

Çağlıyorken gönüller söyle durulur mu hiç?

Uzman mısın, ustaca bu kalp vurulur mu hiç?

Hasret duyan yüreğin samimi soruşu bu

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Sevginin sonsuzluğa taşıdığı sanıyla

Unutulmaz demlerin özlem dolu anıyla

Gönüller dünyasının şafağıyla tanıyla

Sevgi kadifesinin yüreği ovuşu bu!..

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Yüce sevgi değil mi bu evreni hep tutan?

Hakiki sevgilerdir cana sonsuz can katan

Durmaksızın her vakit bir ömür boyu atan

Bedenlerde her kalbin sevgiyle vuruşu bu!..

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Sevgiyi gören gönül sanki buharlaşıyor

O buhurdan sevgiyle gönül dağlar aşıyor

Şaşıyor gönül gözüm, hem yüreğim şaşıyor

Tomurcuğun çiçeğe, meyveye duruşu bu!..

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Kandan, kinden, kibirden sevgi ile kaçılır

Orda, kötülük olmaz güzellikler saçılır

Bir sevginin dünyası bir evrene açılır

Sonsuza dek açılan sevginin ağuşu bu!..

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Sevgiyi hiç tatmayan beden, gönül ezilir

Sevgiler görünmez ki ancak yalnız sezilir

Sevginin dünyasında huzur ile gezilir

Sevginin rahmet ile kalplere yağışı bu!..

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Hasrete görmek yetmez, koklamak ta gerekir

Asırlık duyguları şoklamak ta gerekir

Bunlar yetmezse gönül okşamak ta gerekir

Gönüller sultanının hasreti boğuşu bu…

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Hiç çok görme güzelim şaha kalktı duygular

Aşıklar maşukunu elbette çok arzular

Seven tüm gönüllerde yok olmalı kaygılar

Sevilenin sevene ödülü, bağışı bu…

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Ayrılıkla, hasretle zorla öpüştü gönül

O vakit sensizlikle her an görüştü gönül

Bir özlem celladının eline düştü gönül

Hiç de adil olmayan mahkeme duruşu bu

Seni görmek (=Seni sevmek) güzelim güneşin doğuşu bu!..

* * *

Kenan Şahbaz

Posted in Şiirlerim | Tagged , , , , , , , , , , , | SENİ GÖRMEK(=SENİ SEVMEK) için yorumlar kapalı
Eyl 17

İÇİMİZDEKİ SIRPLAR

İÇİMİZDEKİ SIRPLAR

Kadın Voleybol takımımız Dünya şampiyonluğundan sonra Avrupa şampiyonluğunu da kazandı.

Hepimizi bu eşsiz başarı ile gururlandırdı.

Daha gurur verici olan şampiyonluktan sonra takımın prim konusunda takındığı tavırdır.

Federasyon başkanı soruyor:

Ne isterseniz isteyin bütün özel talepleriniz karşılanacak

Takım kaptanı Eda cevap veriyor:

“Atatürk’ün sporcu kızları, ülkesi adına kazandıkları başarıyı pazarlık konusu yapmaz. Ne prim ister, ne de başka özel bir şey. 85 milyona yaşattığımız mutluluk bize yeter..” (umarım bazı siyasiler bu asil duruştan ders çıkarırlar her şeyi pazarlık konusu yapmazlar!)

Bu tok gözlülük, bu asil davranış en az şampiyonluk kadar değerlidir.

Biz futbol maçlarında yapılan prim kavgalarını da biliyoruz. Hâlbuki ay- yıldızlı formayı giyen bir sporcu için en büyük prim, o formayı giyme şerefine ermektir. Binlerce, on binlerce sporcu milli olma, ülkeyi temsil etme hayali kurar. Bu o kadar büyük bir onurdur ki, ülkenizi temsil eden bir bayrak olursunuz.

Kendi adıma bu büyük başarıyı amasız mamasız kutluyor, takımımızın her ferdine Koç’undan masörüne, malzemecisinden yardımcılarına kadar tek tek teşekkür ediyorum. Türk kadınının çalışınca ne ve neler yapabileceğini dünya âleme gösterdiler.

Gelin görün ki, bundan rahatsız olanlar da var. Olaylara bakmak, başarıyı görmek yerine sporcuların özel alanlarına girerek röntgencilik yapanlar oldu. Bu başarı hikayesinin toplumda yarattığı birlik rolünü görmezden geldiler. Yunan-Sırp sempatisi tekrar sökün etti. Tarikatların, cemaatlerin, vakıfların bir kısmındaki yüz kızartıcı çirkinliklerin üstünü örtenler birden bire ahlak polisliğine soyundular. Çocuğu tecavüze uğrayan ailelere, “bir defa ile bir şey olmaz” diyen bakanı görmeyenler bir sporcunun hayatı üzerinden kazanılan zaferi anlamsızlaştırmaya, lekelemeye çalıştılar.

Hep kendime sorarım bazılarının kafası niye hep belden aşağı çalışır diye. Birinin o alanla ilgili bir zaafı veya kompleksi varsa hep dikkatini oraya çevirir. Kafaları hep pantolonlarının içindedir. Bu aslında aynada kendini görmektir.

Oysa biz bugün bunları konuşmamalı zaferimizin tadını çıkarmalıydık.

Kendi takımına düşmanlık yapan herhalde başka bir topluluk yoktur.

Yandaşın hastalığı İslam’ı, ahlakı hep başkalarında araması, kendinde olan çürümeyi görmemesidir. Birileri de bunların bu tavrına bakarak çok dindar oldukları zehabına kapılabilir. Oysa mesele İslam veya ahlak değildir. Mesele gösteriştir, bu ülkenin başarılarından rahatsız olmaktır. Türkü sevmemektir. Eğer ahlaki bir duyarlılık söz konusu olsaydı önce her alanda yaygınlaşan rüşvetten, yolsuzluktan, hırsızlıktan, adaletsizlikten şikâyet etmeleri gerekirdi. 17-25 Aralık ne kadar FETÖ’nün kumpası ise o kadar da AKP’nin bir çıkar işbirlikçisi olduğunun ortaya çıkmasıdır. Namustan, ardan bahsedenler önce bu kamusal günahlara bakmalı. Bir kişinin zaafı sadece bir kişiye zarar verir, ama sosyal suç, sosyal günah dediğimiz eylemler milyonlara zarar verir. Siz milyonlara zarar verdiniz, milyonları çürüttünüz, devleti devlet olmaktan çıkardınız. Önce aynaya bakın, sonra konuşun.

Kutsal değerler bir ülkenin milletini birleştirir bütünleştirir birbirine sevdirir kamplaştırmaz ayrıştırmaz düşman etmez.

Alıntı: İsmail Türk

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , , , | İÇİMİZDEKİ SIRPLAR için yorumlar kapalı
Eyl 15

ALTIN SÖZLER

ALTIN SÖZLER

* “Ulu Tanrı! Namussuz bir tek Türk yaratacağına, yık dünyayı daha iyi!” Oğuz Kağan

* “Ruh yaşlı doğar fakat gençleşir; hayatın komedisi bu. Vücut da genç doğar gitgide yaşlanır. Bu da hayatın trajedisi.” Oscar Wilde

* “Bir ülkeye diktatörlüğü,  diktatörler değil ona boyun eğenler getirir.” Bülent Ecevit

* “Sadece devletin konuşma hakkına sahip olduğu bir memlekette, hiç bir söze inanmayın.” Ali Şeriati

* “Bileği güçlü bir kişiyi yıkar, bilgisi güçlü bin kişiyi.” Emir Timur

* “Tehlike gelmeden görenlere Abdal, geldiğinde görenlere Aptal, gelse de görmeyenlere Ahmak denir.” Atasözü

* “  Kimse bir başkasını yargılayabilecek kadar kusursuz değildir ama kendinde bu hakkı görebilecek kadar hadsizdir.” Carl Gustav Juna

* “Sessiz kalmak, bir şey bilmediğin anlamına gelmez. Çok konuşmak da, çok şey bildiğini göstermez.” Hacı Bektaşi Veli

* “Türkiye hasta! Ahlaken hasta, düşünce olarak hasta ve eylem olarak hasta! Gerçekten hasta!” Aziz Nesin

Posted in Atasözleri Vecizeler | Tagged , , , , , , , , , , | ALTIN SÖZLER için yorumlar kapalı
Eyl 13

“MİLLET 30 AĞUSTOS’TAN SIKILDI.”

“MİLLET 30 AĞUSTOS’TAN SIKILDI.”

HalkTV’de kendisine tarihçi diyen adamdan skandal sözler: Millet 30 Ağustos’tan sıkıldı.

Sözde Tarihçi Ahmet Kuyaş’ın 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Halk Tv’ye konuk oldu. İnsanların 30 Ağustos kutlamalarından sıkıldığını söyleyen Kuyaş, “3 ayda bir İstiklal Marşı dinliyoruz. Bayrak töreni, İstiklal Marşı bilmem ne? Yüzyıl sonra hala bunu gürültüyle kutlamak” dedi. Kim bu hadsizlere prim veriyor?

Tarihçi Ahmet Kuyaş’ın 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Halk TV’ye konuk oldu.

Kuyaş, yaptığı açıklamalarla dikkatleri üzerine çekti.

insanların Büyük Taarruz’un ardından gelen zaferin yıl dönümünü kutlamaktan sıkıldığını söyledi.

Kuyaş şu ifadeleri kullandı:

“Belki artık insanlar bu işlerden sıkıldı. Bayrak töreni, İstiklal Marşı bilmem ne. Yüz yıl sonra hala bunu kutlamak…” diyen Kuyaş, “Nasıl ilk başladığında 29 Mayıs İstanbul’un alınmasını her sene böyle gürültüyle kutlanması konusunda epey espriler üretilmişti. Galiba biraz bu da oluyor. Türkiye bunları kanıksadı. Bayrak töreni, günün anlam ve önemini belirten konuşmalar falan bunlar bir takım insanları sıkıyor olabilir. “

Kuyaş, kendisine ‘Sizi sıkıyor mu?’ diye sorulsa ‘Evet’ yanıtını vereceğini ifade etti.

“SIKILIYORSANIZ GİTMEZDİNİZ”

Bu cevabı eleştiren Arslan, Kuyaş’a şu yanıtı verdi:

“Neden? Her ülkenin tarihinde kilometre taşları vardır. O kilometre taşlarında çocuklar bayraklarla sokaklara dökülür, geçit alayları, fener alayları yapılır. Eskiden stadyumlarda kutlamalar olurdu. Sıkılıyorsanız gitmezdiniz. Sanki normalmiş gibi.”

“3 AYDA BİR HABİRE İSTİKLAL MARŞI DİNLİYORUZ”

“Bu benim fikrim; katılırsınız katılmazsınız ama tekrar edeceğim” diyen Kuyaş şöyle devam etti:

“1920 ve 1930’larda bu lazımdı. Çünkü bir ulus yaratmamız lazımdı. Siz 101 yıl falan diyorsunuz ya, Türkiye bir ulus devlet olarak henüz çok genç. O zaman çocuktu. Bunlara ihtiyaç vardı. Çünkü bayramlarla insanlara belirli bir tarihi anlatıyorsunuz. Herkes okula gitmiyor. Unutmayın, Cumhuriyet ilan edildiği zaman Türkiye’de okuma yazma oranı %8. Böyle ulus olunmaz. O bayramlar o işe yaradı. Dünyanın her yerinde zaten bayramlar bu işe yaramıştır zamanında. Bugün ise artık 3 ayda bir sürekli bayram kutlayıp habire İstiklal Marşı dinlemek.”

“SEYİRCİLERİMİZDEN TEPKİLER GELİYOR”

Bu konuşmanın ardından seyircilerin tepki gösterdiğini belirten Ayşenur Arslan seyircilerin tepki gösterdiğini şu ifadelerle duyurdu:

“Hiç almadığım kadar mesaj alıyorum. Özellikle sizin sözlerinize de eleştiriler oluyor. Hanımefendiler, beyefendiler biz karşılıklı zaten bugünkü Türkiye’nin tablosuna da uygun bir biçimde farklı görüşlerle bir tartışma içindeyiz. Ben bunun faydalı olduğu kanaatindeyim.”

Kaynak: Yeniçağ Gazetesi

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , , | “MİLLET 30 AĞUSTOS’TAN SIKILDI.” için yorumlar kapalı