May 17

CENDERENİN İKİ TARAFI

CENDERENİN İKİ TARAFI

Bazı seçmenler, özellikle ülkücü gelenekten gelen ve milliyetçi hassasiyeti olan seçmenler kendilerini bir cendereye sıkışmış hissediyorlar. Cenderenin iki tarafına da bakmakta fayda var.

Bir tarafta Fethullah Gülen’le iş birliği hâlinde, Ergenekon, Balyoz vb. davalarla Türk ordusunu zaafa uğratma operasyonu; Habur, Oslo, Öcalan mektupları ile PKK’ya verilen tavizler var. Gerek Ergenekon, Balyoz davaları, gerek açılım politikaları sonunda yüzlerce hatta binlerce şehit var.

Diğer tarafta Fethullahçı olan bazı kişilerin aday yapılmaları, HDP ve Kandil’in destek açıklamaları, ittifaktaki bazı isimlerin HDP paralelindeki beyanları var.

İki tarafı karşılaştıralım.

Birinci tarafta somut eylemler var: Yargılamalar, hapisler, kararan hayatlar, terörist liderleriyle görüşmeler, anlaşmalar ve nihayet yüzlerce ölüm. Bunlar hepimizin gözleri önünde oldu.

Diğer tarafta eylem yok. Bunu açalım. Yargılama yok, hapis yok, Habur’a benzer çadır mahkemeleri yok, Oslo’ya benzer terörist liderleriyle görüşmeler yok. Diyarbakır meydanında Öcalan mektubu okutma yok. YPG’ye yardım için topraklarımızdan peşmerge ağırlayıp geçirme yok. Peki, eylem denebilecek ne var? Bazı FETÖ’cülerin ve HDP’ye benzer düşüncede olanların aday yapılması var. HDP ile Meclis’te görüşme var. Bunları eylem sayabiliriz. Bir de bazı söylemler var, HDP paralelinde bazı söylemler.

Evet bu farkı tespit ettik. Eksiklerim varsa okuyucular tamamlasın. Ama bence arada, karşılaştırılması mümkün olmayacak derecede açık fark var. Birinde yüzlerce ölüme sebep olan fiilî politikalar, diğerinde “Acaba onlar da böyle politikalar uygular mı?” endişesi.

Cenderenin iki tarafı arasında, özellikle HDP ile HÜDA PAR arasında sıkışmışlık diye ifade edilen durum konusunda bir fark daha var.

Bir taraf HÜDA PAR adaylarını kendi listesine koymuş. Diğer taraf HDP adaylarını listesine koymuş değil. Zaten HDP ayrı bir ittifakla seçime giriyor. Başka türlü ifade edeyim. HÜDA PAR, “Biz Cumhur İttifakını destekleyeceğiz.” diye bir karar açıklamamış çünkü zaten adaylarını o ittifaktaki en büyük partinin listesine sokmuş. Diğer taraf ta ise HDP, cumhurbaşkanlığı seçiminde Millet İttifakı adayını destekleme kararını açıklamış.

Bütün bunlar bilinen şeyler. Gözlerimizin önünde cereyan eden eylemler, söylemler. Bu kadar bilinen şeyleri tekrarlamaktan da doğrusu canım sıkılıyor.

Ülkücü gelenekten gelen ve milliyetçi hassasiyeti olan seçmenler ne yapabilir? Eğer iki cendereyi de aşacak matematik güçleri varsa kendi adaylarını çıkarırlar ve onu desteklerler. Öyle de yapmalıdırlar. Fakat öyle bir güçleri yoksa bir tarafı tercih etmek durumundadırlar. Eğer böyle yapmayıp üçüncü bir adayı tercih ederlerse veya oy kullanmama gibi pasif bir tutumu benimserlerse bunun hangi tarafa yarayacağını mutlaka hesap edeceklerdir.

Bir soruyla bitireyim: Ergenekon’a, Balyoz’a, Habur’a, Oslo’ya, “sürtük, çürük” gibi hitaplara, yasa tanımayan oldubittilere razı mısınız, değil misiniz?

Alıntı: Ahmet B.Ercilasun

Posted in Gündem | Tagged , , , , , | CENDERENİN İKİ TARAFI için yorumlar kapalı
May 16

ALLAH’IN RAHMETİNDEN KAÇILIR MI?

ALLAH’IN RAHMETİNDEN KAÇILIR MI?

Günün birinde bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaktadır. Elbette yağmur yağdığı vakit ya koşulur, ya da bir yerlere sığınılır. Nasreddin Hoca da yağmurun yağışını ve sokakların yalnızlığını pencereden seyrederken bir de bakar ki yağmurdan kaçan bir adam…

Hoca biraz dikkatli baktığında bunun bir komşusu olduğunu anlar ve pencereyi açarak;

“Komşu, komşu, utanmıyor musun, niçin Allah’ın rahmetinden kaçıyorsun?” deyince adam koşmayı bırakır ve yavaş yavaş evine doğru gider.

Bu arada adamın da ıslanmadık yeri kalmaz. Ertesi gün hava yine yağmurludur. Bu defa Hoca Efendi alışveriş için sokağa çıkmıştır. O, işini bitirip de hızlı adımlarla evine doğru giderken bir gün önceki komşusunun evinin önünden geçer.

Bu sefer komşusu; “Hoca Efendi, Hoca Efendi, sen dün bana ‘Allah’ın rahmetinden kaçılmaz. ‘ demiştin; bak şimdi kendin kaçıyorsun.” deyince,

Hoca komşusuna doğru döner ve;

“Be adam! Ben Allah’ın rahmetinden kaçmıyorum, Allah’ın rahmetini çiğnememek için koşuyorum.” der.

Posted in Fıkralar | Tagged , , , , , , | ALLAH’IN RAHMETİNDEN KAÇILIR MI? için yorumlar kapalı
May 15

‘Üç Fidan’la savrulan fikr-i sabitler’

‘Üç Fidan’la savrulan fikr-i sabitler

“Üç Fidan” dedikleri Deniz GezmişHüseyin İnanYusuf Aslan. 6 Mayıs 1972’de idam edildiler.

Yine söylüyorum… Keşke idam edilmeselerdi. Zamanın kanunları, onların savunmalarını da göz önünde tutarak ister istemez idam cezası verdi. Ama TBMM’den dönebilirdi. Milletvekilleri idam için el kaldırdılar.

(O dönem TBMM’nin üye sayısı 450. Oy verenler: 323, Kabul edenler: 273. reddedenler 48, çekimserler: 2, Oylamaya katılmayanlar: 118.)

Bu üç militan kimseyi de öldürmemişti. Komünizm propagandası yapmışlar… Banka soymuşlar, üniversitelerde olay çıkarmışlar… O kadar.

Deniz Gezmiş İstanbul Üniversitesi’ndeyken aynı dönemdeki Ülkü Ocakları’nde faal olan, başkanlık yapan isimlerle konuşmuştum. “Alparslan Türkeş ve Liderlik” kitabımızdan aktarıyorum:

“Erol Kılınç, Mehmet Şandır, Nihat Çetinkaya ve Ömer Polatoğlu, zamanlarındaki olayları da anlatmışlardır. Erol Kılınç, İstanbul Üniversitesi Merkez Binasında Deniz Gezmiş ve kalabalık bir grupla, kendileri 10-15 kişi oldukları hâlde karşı karşıya geldiklerini, Deniz Gezmiş’in, Türkiye Millî Talebe Federasyonu Başkanı Ekrem Özer’e elindeki sopayla vurmak isteyince isabet ettiremediğini ve geriye dönüp kalabalığın içinden kaçtığını söylemiştir. Aynı olayda bulunan Ömer Polatoğlu da Erol Kılınç’ın sözlerini doğrulamıştır. Mehmet Şandır da: ‘Öyle solun liderliğini yapacak, inisiyatif sahibi, karizmatik biri değildi. Parkalı, uzun boylu idi.’ demiştir. Kılınç, o dönemde Osman Saffet Arolat’ın, solu sevk ve idare edebilen bir gençlik lideri olduğunu, Mehmet Şandır da İstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı Harun Karadeniz’in solda önde geldiğini belirmişlerdir.”

Bu anlatılanlar kasıtlı değil. Dönemlerindeki asıl sol öğrenci liderlerini de söylüyorlar.

“Üç Fidan” dedikleri isimler asılmasalardı, böyle öne çıkmayacaklardı. “İdam”dan kahraman üretiyorlar.

*

Dönemin Meclis zabıtlarına baktım.

Bu üç gencin idamına dair görüşmelere 10 Mart 1972’de başlanıyor. CHP’den iki isim İçel Milletvekili Celal Kargılı ve Zonguldak milletvekili Bülent Ecevit takrir aleyhine söz istiyorlar.

“BÜLENT ECEVİT (Zonguldak) – Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım, ben, ilke olarak ölüm cezalarıyla ilgili bir görüşme maddesinin bu kadar öncelikle, ivedilikle bir an önce görüşülmek…

SADIK TEKİN MÜFTÜOĞLU (Zonguldak) – ivedilik yok.

BÜLENT ECEVİT (Devamla) – öncelikle görüşülmek istenmesini doğru bulmam. Çünkü, ölüm cezasını gerektiren konular, üzerinde uzun uzadıya düşünmeyi, vicdan muhasebesi yapmayı gerektiren konulandır. (A. P. sıralarından “Ne vicdanı?” sesleri.)

BAŞKAN – Müdahale buyurmayınız efendim.”

İçel Milletvekili Celal Kargılı, bu “üç şahıs”ın idam edilmemesi için uzun bir konuşma yapar.

(Ara not: 1974 Ecevit-Erbakan affından sonra sol/komünist gruplar hapisten çıktılar, fakültelerine döndüler. Ülkeyi 12 Eylül 1980’e adım adım taşıyacak hâdiseler bu aftan sonra başladı. Celal Kargılı, talebeliğimizde DTCF’deki kavgalarda fakülte önüne gelir, fakülteye giremeyen sol/komünist gruba destek verirdi. O grup içinde PKK’nın kurucu ekibinden Kemal PirCemil Bayık, Rıza Altun gibi isimler de vardı. Bir defasında, hemen önümde, bellerinden silahlarını çıkarmışlar, havaya ateş açmışlardı. Üzerimize doğrultsalardı, katliam olacaktı. (Sonra öğrendim, Celal Kargılı daha önce DTCF’deymiş. 1968’de ilk siyasî boykotu DTCF’de başlatan öğrenci birliği başkanı oymuş. İlk boykot başörtüsü meselesinden dolayı Ankara İlahiyat’ta başlamıştı. Ali Babacan‘ın halası Hatice Babacan başörtüsü takmak isteyince fakülteden atılmış, öğrenciler de boykota gitmişti. Sonra Hatice Babacan‘ın ismini DTCF’de duydum. Sanırım tarih bölümüne geçmişti. Karşılaştığımızı hatırlamıyorum.)

*

Deniz GezmişHüseyin İnan ve Yusuf Aslan‘ın idam edilmeleri gerektiğine dair Adalet Partisi adına konuşan isim İstanbul Milletvekili Nuri Eroğan idi. (Nuri Eroğan 1979’da MHP’nin İstanbul İl Başkanlığını da yapacaktır.) Hukukçu kimliğiyle öne çıkan Eroğan uzun konuşmasında bu “üç sahıs”ı idama götüren vetireyi ayrıntılı anlatır:

“Evet, affetmek güzel bir şeydir, ulvî bir şeydir, insanlığa ve büyüklüğe yaraşan bir şeydir. Hazreti Muhammet ‘Fazilet şudur ki, senden nefret edene sen bağlanasın, seni mahrum bırakana sen lütfü ihsanda bulunasın ve sana zulmetmiş olanı sen affedesin.’ demiştir. Görülüyor ki, af biraz da dinimizin icabıdır.”

Ardından Atatürk‘ten de misal verir:

“Atatürk diyor ki, ‘Medeniyet demek af ve müsamaha demektir. Af ve müsamahaya dayanmayan medeniyet ceberuta dayanan bir medeniyettir ki, çöker.”

Sonra, sözü, bu “üç şahıs”ın idamlarının neden oylanması gerektiğine getirir:

“Soruyorum, bugün vereceğimiz bir kararla, idam kararını ‘iktidarın emniyetini sağlayacağız’ diye mi vereceğiz? Bu bir rejim meselesi mi, yoksa Türklüğün bekası meselesi midir? Dosyalar tetkik edildiğinde görülecektir ki, bunlarda bir nedamet hissi de bahis mevzuu değildir. Bunlar, tuttukları yolda sonuna kadar gitmeye kararlıdırlar. Eğer nedamet hissi olsaydı, o zaman sizlere, kullanacağınız oylar hakkında söyleyecek başka sözlerim olacaktır.”

Neticede TBMM zabıtlarında geçtiği adlandırmayla bu “üç şahıs” idam edildi.

Bu üç gencin “vatan kurtarıcı” gibi her yıl tantanayla anılması tuhaf değil mi?

Zamanında, yasak olan siyasî akımlara kapıldılar, başka bir rejim getirmek istediler. Bu rejimin adı Maxist/komünist rejimdir ki, onların idamından sonra, Türkiye bu rejimi getirmek isteyenlerle, karşı çıkan halkın öncüleri çatıştılar. Kan gövdeyi götürdü. Ancak 12 Eylül 1980 Darbesi’yle kan durdu. Darbe sonrası ayrı bir belâ geldi. Ne yazık ki çok insan hapsedildi, çok insan yurt dışına kaçmak zorunda kaldı.

Hâlâ o dönemin sancılarıyla kıvranıyoruz. Sol/komünist bölücü PKK’ın temeli de o ideolojik furyada atılmıştır.

*

İdam edilenlerin her anılışında, biz de gerçekçi olun, kahraman gösterdiklerinizi asıl fikirleriyle anacaksınız, deriz.

İdam edilenlerin tavırları, fikir hocalarının yazdıkları, avukatlarının anlattıkları, asıl fikirlerini ortaya koyuyor. Kimse itiraz edemez.

18 Eylül 2020 tarihli yazımdan bir bölüm vereceğim:

Av. Halit Çelenk, sol cenahın mitidir. 12 Mart’ta da 12 Eylül’de de “korkusuzca” “davasını” savunmuştur. Dikkat “davasını” diyorum.

Baki TuğDeniz Gezmiş ve iki arkadaşının 1971’de muhakeme edildiği davanın savcısıydı. Bir kitabı var: “APO’dan Barzani’ye Terör ve Açılım” (Boğaziçi Yayınları). Geçmişte bu kitaptan bahsetmiş, sözü D. Gezmiş ve arkadaşlarının idamına getirmiştim. Yazı çıktıktan sonra Baki Tuğ beni aramış, “Avukatları isteselerdi, onları kurtarabilirlerdi, meseleyi getirip Marxist-Leninist düzene dayadılar.” demişti. Baş avukat Halit Çelenk‘ti.

Eski Türkiye Komünist Partili Mihri Belli “İnsanlar Tanıdım” kitabında D. Gezmiş için: “Tozdan dumandan fermanın okunmadığı günlere doğru hızla ilerliyorduk. Herkes gibi onun da bir yıl önce cebinde taşıdığı kitap Leninizmin İlkleri‘ydi. Son görüşmelerimizden birinde cebinden Marigella’nın Şehir Gerillası adlı kitabını çıkardı. ‘Yaman bir adam’, dedi; ‘Okurken hep seni düşündüm o da Komünist Partisi’nin oportünist çizgisine karşı çıkmış, sonra şehir gerillacılığında karar kılmış.” diye yazar.

Serpil Güvenç, Halit Çelenk‘in kızıdır. D. Gezmiş ve iki arkadaşının idamından sonra Halit Çelenk ve bir avukat arkadaşı eve gelirler. Serpil Hanım, hemen daktilonun başına oturur. İdam sırasında D. Gezmiş ve arkadaşlarının tavrını, sözlerini babası anlatır o yazar.

Burada solun “Mustafa Kemal”i neden öne çıkarmak istediğini S. Güvenç‘in yazdıklarından aktaracağım. D. Gezmiş sehpaya giderken, “Yaşasın tam bağımsız Türkiye!”“Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!”“Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!”… sloganlarını atmış.

Serpil Güvenç, “Bir siyasal manifesto niteliğindeki bu sözleri nasıl yorumlayabiliriz?” der ve şöyle devam eder:

“‘Yaşasın tam bağımsız Türkiye!’ ve ‘Kahrolsun emperyalizm!’ sözcükleri, 1960’ların tüm siyasal sol akımlarınca paylaşılan anti-emperyalist mücadele hedefini tanımlamaktadır. ABD emperyalizmi ve yurt içindeki iş birlikçileri bu topraklardan 2. Milli Kurtuluş savaşı verilerek atılacaktır. ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar feshedilecek, Türkiye NATO’dan çıkacak ve Amerikan üsleri kaldırılacaktır. 2. Milli Kurtuluş mücadelesi terimi elbette birinciden alınan bir ilhamla TİP başta olmak üzere dönemin sosyalist/komünist hareketinin ve tüm devrimci, demokrat güçlerin kullandığı ve benimsediği bir kavramdır. Bununla birlikte, tartışılması gereken nokta, bu mücadelenin Denizler de dahil sosyalist sol açısından, verilecek bu ikinci kurtuluş savaşının sonunda arzulanan zaferin bu mücadele ile sınırlı olup olmamasıdır. / İşte son sözlerdeki Marksizm Leninizm vurgusu, kurtuluş savaşıyla sona ermeyecek bir mücadeleyi işaret etmekte ve bunun yanı sıra Deniz ve arkadaşlarının dünya görüşlerini de yansıtmaktadır. Tüm sosyalist/komünist hareketler ve akımlar gibi Kemalizmin ‘bağımsızlık’ yönünden etkilenmiş olan 68 gençliğinin, nihai amacının Kemalizm olmadığı, dünyayı yorumlama ve değiştirme girişiminde temel olanın, işçi sınıfı ve emekçi dünya halkları olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır.” (haber.sol.org.tr denizin-son-sozleri-haberi-, 6 Mayıs 2010)

Ayrıca Nuri Gürgür‘ün “Solun Yalan Rüzgârları Teröristlerden Kahraman Üretmek” başlıklı yazısını girip okuyabilirsiniz.

*

Evet, asıl fikirleri saklamayalım. “Olan”ı olduğu gibi verelim.

Kimseye bir tavrımız yok. Gerçeğin peşindeyiz sadece…

Alıntı: Arslan Tekin

Posted in Yazılarım | Tagged , , , , , , , | ‘Üç Fidan’la savrulan fikr-i sabitler’ için yorumlar kapalı
May 15

Demokrasinin üzerindeki son bulut!

Demokrasinin üzerindeki son bulut!

Anayasa’ya aykırı olmasına rağmen üçüncü defa Cumhurbaşkanı adayı olan Tayyip Erdoğan, Danıştay’ın 155’inci kuruluş yıl dönümü töreninde yaptığı konuşmada, 2017’deki Anayasa değişikliğiyle ülke tarihinin en önemli yönetim reformlarından birini gerçekleştirdiklerini belirterek “Türkiye’yi, millî irade eliyle hazırlanmış sivil ve özgürlükçü bir Anayasa’ya kavuşturmak istiyoruz. Bunu başarmamız, demokrasimizin üzerindeki son bulutların da dağılması anlamına gelecektir. Türkiye Yüzyılı vizyonumuzun en önemli hedeflerinden biri bu olacaktır. Seçimlerin ardından bu konuyu, hem milletimizin hem Meclisimizin gündemine tekrar taşıyacağız.” dedi.

Peki “demokrasinin üzerindeki son bulut” neymiş acaba?

Bunu, 2017’deki Anayasa değişikliği paketini hazırlayanların açıklamalarından okuyalım:

Anayasa değişikliklerinin kim tarafından ve nasıl hazırlandığı, Habertürk’te, Fatih Altaylı‘nın Teketek programında ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştı:. Cumhurbaşkanı başdanışmanı Şükrü KaratepeAltaylı‘nın “perde arkası”nı sorması üzerine şu bilgileri vermişti:

-Sayın Cumhurbaşkanı’mızın yeni anayasa ve başkanlık sistemi üzerine çalışma yapmak için oluşturduğu bir heyet var. Bu heyetle ortalama ayda bir toplandık ve toplamda 4 metin hazırladık. Önce anayasanın dayanacağı felsefeleri açıklayan bir metin hazırladık. İkinci olarak; bu ilke ve felsefeleri hayata geçireceğimiz, sıfırdan 100 maddelik bir anayasa yazdık. Yeni bir anayasa çıkarmak şu an için zor görününce, mevcut Anayasa’yı 40 maddeyle başkanlık sistemine dönüştürdük. Son olarak daha kısa hale getirmek amacıyla sadece yasama ve yürütme ile ilgili değişikliklere odaklanan, 20 küsur maddelik bir metin hazırladık.

– Kimlerden oluşuyordu ekip?

-15 kişiye yakındık. Bir kısmı zaman içinde değişti. Doğrudan Anayasa ile ilişkin 10 arkadaşımız vardı. Anayasa Mahkemesi’ne üye olarak atanan arkadaşımız Yusuf Şevki Hakyemez, Yavuz Atar, Cumhurbaşkanı danışmanlarından Mehmet Uçum, Özlem Zengin ve Şeref Malkoç… Ayrıca İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekanı Prof. Haluk Alkan ve Gazi Üniversitesi’nden Prof. Gonca Bayraktar da vardı.

Bir gün Devlet Bahçeli, ‘Artık bu durum değişsin, fiili durumu anayasal hale getirelim’ diye sürpriz bir açıklama yapınca bizi partiden çağırdılar. Bizim heyetle beraber AK Parti’den arkadaşlarımızın katıldığı karma bir çalışma grubu oluşturduk.”

– Başbakanlık’taki ekipte kimler vardı?

-AK Parti Genel Sekreteri Abdülhamit Gül, TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Mustafa Şentop ve eski başkan Prof. Burhan Kuzu eklendi. Sonra elimizdeki 20 küsur maddelik değişikliği MHP’ye sunduk. Onlar da bunu incelediler ve (…) sonuçta bu metin ortaya çıktı.

***

Karatepe, 1994’te Refah Partisi’nden Kayseri Belediye Başkanı seçilmiş ama 10 Kasım 1996’da katıldığı Atatürk‘ü anma töreninden sonra, “İçim kan ağlayarak, bugünkü törenlere katıldım. Bu düzen değişmeli… Bekledik, biraz daha bekleyeceğiz. Gün ola, harman ola, Müslümanlar içlerindeki hırsı, kini, nefreti eksik etmesin” diye konuşmuş ve bu sözlerinden dolayı “halkı kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği” suçlamasıyla mahkûm olmuş, 1 yıl hapis yatmış ve 5 yıl siyasetten uzak kalma cezası almış bir kişidir.

Anlaşılıyor ki Karatepe, Anayasa değişikliklerini hazırlarken “içindeki nefreti” frenlemeye çalışmış! Nefretini, bahsettiği “100 maddelik anayasa”ya saklamış…

***

Anayasa değişikliği metnini bizzat yazdığını söyleyen Cumhurbaşkanlığı başdanışmanı Mehmet Uçum ise yeni Anayasa’nın nasıl olacağı konusunu, şöyle yazmıştı:

“Kürt politikası, Türkiye’nin yeni siyasal sistem ihtiyacı içerisinde bir yere sahiptir ve ‘yeni anayasal sistemin bir boyutudur. ‘Türkiye’ye özgü ‘başkanlık modeli’, üniter yapı içerisinde ‘adem-i merkeziyetçiliğin geliştirileceği’ bir esasa dayandığından ‘Kürtlerin yaşadığı bölgeler’ de dahil olmak üzere tüm Türkiye bakımından güçlü ‘yerel-bütünleştirici merkez yapısı’nı kurmak hedeftir.

‘Bu siyasal perspektif yeni Anayasa ile başlayacak bir hukuk reformu sürecini zorunlu kılıyor.‘ Ancak bu reform süreci, ‘Türkiye milletinin inşa süreci’ni tamamlayıp güvence altına alabilir.

Yani ‘dışlayıcı ve baskıcı Türk milleti’nden ‘kapsayıcı ve özgürleştirici Türkiye milleti’ne geçiş sürecinde Kürt sorununun kalıcı çözümünün gerçekleşeceği bir siyasal realite söz konusudur.”

***

Görüldüğü gibi Erdoğan‘ın danışmanları, “demokrasinin üzerindeki son bulut” olarak doğrudan Türk Milleti’ni görmektedir. Karar sizin…

Alıntı: Arslan Bulut

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , | Demokrasinin üzerindeki son bulut! için yorumlar kapalı
May 14

“NEME GEREK”

“NEME GEREK”

Osmanlı İmparatorluğu’nun en iyi, en güçlü olduğu zamanda Kanuni Sultan Süleyman devletin akıbetini düşünmeye başlar. Aklındaki soru şudur: Acaba günün birinde Osmanoğulları İmparatorluğu çöker mi?

Kendisini endişelendiren bu soru için meşhur âlim, Kanuni’nin sütkardeşi Şeyhül İslam Yahya Efendi’ye bir mektup yazar ve sorar: Bir devlet, hangi halde çöker?

Gelen cevap kısa ama Kanuni Sultan Süleyman için net değildir: “Neme lazım be Sultanım!”

Sultan Süleyman, cevaba anlam veremez, derhal Yahya Efendiye gider ve ‘neme gerek’ cevabını açıklamasını ister.

Yahya Efendi bu sefer şunları söyler:

“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık sıradan hale gelirse, işitenler de ‘neme gerek’ deyip uzaklaşırsa, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yerse, bilenler de bunu söylemeyip susar ve gizlerse, fakirlerin, yoksulların, muhtaçların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkar, bunu da taşlardan başkası işitmezse;

İşte o zaman bu imparatorluğun da sonu görünür…

Böyle durumlarda devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve saygısı sarsılır, asayişe itaat hissi kaybolur, halkın hürmet duygusu yok olur, çöküş ve yıkılma da böylece mukadder hale gelir.” Der.

“NEME GEREK” DEMEMEK İÇİN OY VERMEYE GİDELİM…

Posted in Hikayeler | Tagged , , , , , , , , , | “NEME GEREK” için yorumlar kapalı
May 12

ALTIN SÖZLER

ALTIN SÖZLER

* “Mustafa Kemal yeninceye kadar, ben İngilizleri de Tanrı zannederdim” Gandi

* “Bir dava bırakıyorum sana çocuk, yârde bırakma tebessümlerimi…” Alparslan Türkeş

* “Ne garip. Kazanmak insanlara yetmiyor. Diğerlerinin kaybettiğini de görmek istiyor” Gore Vidal

* “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Hz Muhammed

* “Boş yere canı yanmaz insanın. Ya bir eksiklik vardır geleceğe dair, ya da bir fazlalık vardır geçmişten gelen.” Fuzuli

* “Kelimelerin gücünü anlamadan insanların gücünü anlayamazsınız.” Konfüçyüs

* “Taktik olmadan strateji, zafere giden en yavaş yoldur. Strateji olmadan taktik, yenilgi öncesi yapılan gürültüdür.” Sun Tzu

* “Edirne’yi Enver alacağına bırakın Bulgar alsın!” Osmanlı’da Hain Subay

* “Tilki ne kadar kurnaz olursa olsun avcı da o kadar iz bilir…” Atasözü

* “Kula gölge ise Allah’a âyân…” Pir Sultan Abdal                                                                  

Posted in Atasözleri Vecizeler | Tagged , , , , , , , | ALTIN SÖZLER için yorumlar kapalı
May 11

SADECE ANAYASA MI ÇİĞNENDİ? KURAN’IN EMİRLERİ DE ÇİĞNENİYOR.

SADECE ANAYASA MI ÇİĞNENDİ? KURAN’IN EMİRLERİ DE ÇİĞNENİYOR.

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Sultanahmet Camisi’nin açılışında dedi ki;

– “Muhalefet ne diyor? İktidara gelince Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kaldıracaklar, yerine inanç bilmem ne başkanlığı kuracaklarmış . Kardeşlerim, yuhalamak yetmez. 14 Mayıs’a kadar durmaksızın çalışacağız ve onları siyasi mevta haline getireceğiz. Terör örgütü ile el ele olanlardan başka bir şey beklenebilir mi? 14 Mayıs bunların sonu olmalı…”

Erdoğan’ın bu sözlerini sadece siyasi ve hukuki açıdan değil, İslami açıdan da değerlendirmek gerekir.

Din, ahlak ve hukuk kuralları Kur’an’ı Kerim’in ana hedefleridir.

Hukuk ve dinin temel noktaları ise ikisinin de insan yaşamını düzenleyen kurallar manzumesi olmalarıdır…

Kutsalı ve ilahî olan dini kurallar değişmez ve değiştirilmesi de teklif dahi edilemez.

Hukuk ise değişime açıktır. Günün ve çağın şartlarına göre yenilenebilir.

Şeriat ilahi bir hukuk olarak insanı muhatap almaktadır.

Kur’an’da hukukun temel alanlarına ilişkin pek çok ayet vardır.

Örneğin;

Nisâ suresinin 112’nci ayeti şöyledir:

– “Kim bir hata yapar veya kasıtlı günah işler de onu bir suçsuzun üzerine atarsa büyük bir bühtan ve apaçık bir günah işlemiş olur”

Erdoğan bilsin ki;

İnanan insanların gerek Kur’an’a gerekse anayasa ve yasalara yani hukuk kurallarına uymaları gerekir.

Kur’an’da sınırlı sayıda hukuki ayet, sayıca daha çok ve farklı ilkelere vurgu yapan ahlak içerikli ayetler vardır.

Hukukî ayetlerde de ahlaki ilkelere dikkat çekilmektedir

İslam dini uzmanları Kur’an’ın iyi ve güzel ahlakı esas aldığını, hukuki hükümlerin ise ahlakı ayakta tutmak için düzenlendiğini ifade ediyorlar ve hukukun kaynağını şöyle ifade ediyorlar:

– Hukukun kaynağında Allah vardır. İnsanlar için temel hukuk kurallarını belirleyen ilahi iradedir. Çünkü insan aklı her şeyi bilecek yeteneğe sahip değildir. Ya da insanın aklıyla bulduğu her hukuk kuralı ilahi iradeye uygun düşmemektedir.

Seçimi kaybedeceğini anlayan Erdoğan hem de mübarek Ramazan Bayramı’nda hem de cami avlusunda siyaset yaparak utanmadan, sıkılmadan, şu iftirayı söylüyor:

– “İktidara gelince Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kaldıracaklar…”

Erdoğan’a şu sözlerle yanıt vereceğim:

“Erdoğan israf, itham, inkâr ve iftiradır.

Dün yine zırvalamış, hezeyana batmış, zıvanadan çıkmıştır.

Erdoğan aklıyla arasını açmış, klinik bir vaka haline gelmiştir.

Erdoğan, sen nasıl bir Müslümansın?

Hadi Cumhurbaşkanı olmanı geçtik de nasıl bir insansın? Sen de hiç mi Allah korkusu yok?

Sen de hiç mi günaha girme kaygısı kalmadı?

Yalan söylemek, iftira atmak, gıybet yapmak, dedikodu ve tezviratlara bel bağlamak İslamiyet’in hangi buyruğunda, Kur’an-ı Kerim’in hangi ayetinde vardır?

Senin yaptıklarına ancak iblis teşebbüs edecektir.

Erdoğan bu iddiasını ispata mecburdur. Erdoğan ileri sürdüğü hayasız iddiayı netleştirmekle mükelleftir.

Artık iyice anlaşılıyor ki, sende şeref ve mertlik işportaya düşmüş, hurdaya çıkmış.”

Erdoğan iftira ve yalanlarına şöyle devam ediyor:

– “Terör örgütü ile el ele olanlardan başka bir şey beklenebilir mi?”

Erdoğan’a şu sözlerle de yanıt vereceğim:

“Erdoğan defalarca İmralı canisine AKP’den milletvekili aday adayı olmuş özel temsilcilerini göndermiş, PKK’yla görüşmelere en yakın adam ve arkadaşlarını görevlendirmiştir.

Erdoğan kendi kendini yalanlayarak ne duruma düşmüştür?

Biz geçmişte kendisine PKK’yla görüşüyorsun dedik, yine şerefsizlik polemiğine başvurdu, kaybetti.

Cumhurbaşkanı görevine başlarken şeref ve namus üstüne yemin etti, kaybetti.

Şimdi bir kez daha ispat bekliyor, aksi takdirde alçaklıktan, namertliğe kadar sövüp sayıyor.

Ve şerefsizliğin kara bulutu başının üzerinden bir türlü ayrılmıyor.

Erdoğan sen yakın tarihimizin en yanlış şahsiyetisin.

Böyle birisinin Cumhurbaşkanı olması yıkımdır, kayıptır, zulümdür, milli ve manevi depremdir.”

MHP lideri Devlet Bahçeli’ye diyorum ki;

İşte bu sözlerinle Erdoğan’ın kim olduğunu, nasıl bir siyasetçi olduğunu çok açık ve net şekilde ortaya koyuyorsun…

Unutmadık;

Diyanet’i siyasete alet eden sensin Erdoğan.

Siyasi eleştirilerin öncesi Diyanet Başkanına dua ettiren sensin Erdoğan…

Alıntı: Orhan Uğuroğlu

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , , , , , , | SADECE ANAYASA MI ÇİĞNENDİ? KURAN’IN EMİRLERİ DE ÇİĞNENİYOR. için yorumlar kapalı
May 10

PALAVRANIN SINIRI YOK

PALAVRANIN SINIRI YOK

Üç aday, parti merkezinde oturmuş, sohbet ediyorlarmış. Laf genel başkandan açılmış, biri atılmış:
“Beyefendi beni çok sever, her öğle yemeğinde beraber oluruz, memleket sorunlarını tartışırız!”
Palavranın sınırı var mı?
İkincisi, genel başkanla yakınlığını anlatmış:
“Her gün beni odasına çağırır, memleket ve parti meselelerini konuşuruz, telefon çalınca sekretere ‘meşgulüm, sonra arasınlar’ der!”
Dedik ya, palavranın sınırı yok!
Üçüncü öyle bir sallamış ki:
“Ben de her gün beyefendinin odasına girerim, memleket meselelerini konuşurken, telefon çalar, açar ‘bir dakika’ der ve telefonu bana uzatır:
-Al seni arıyorlar, konuş!”

Posted in Fıkralar | Tagged , , , , , , , | PALAVRANIN SINIRI YOK için yorumlar kapalı
May 09

AKP’LİLEŞEN ÜLKÜCÜLER

AKP’LİLEŞEN ÜLKÜCÜLER

Öncelikle “Biz neden iktidar olamıyoruz? Niçin bizim cumhurbaşkanı adayımız yok?” diye hayıflanan ülkücüleri anlayamadığımı belirtmeliyim. On parçaya bölünmüş, oraya buraya dağılmış bir yapı iktidar olabilir mi?

Bu hayıflanmaları her hâlde psikolojik bir durum olarak görmek gerekiyor. Geçmişi özlemle hatırlama, geçmişte takılıp kalma psikolojisi. Oysa her dönemin kendi şartları vardır.

Parçalardan bir bölümünün “Nihayet bizim de bir adayımız oldu.” diye sevinmelerini de anlamıyorum. Sanki bizim adayımız dedikleri kişi seçilecekmiş gibi. Seçileceğine inananların hesabı kitabı çok zayıf olmalı. Seçilemeyeceğini bile bile destekleyenler ise kendilerini tatmin ediyor olmalılar.

Yapı, AKP’lileşmeyle parçalanmaya başladı. Bir bölüm ülkücü fiilen AKP’lileşti, bir bölümü de zihniyet olarak AKP’lileşti. Kendilerini ana parça kabul edenler de AKP’ye eklemlendi.

Oysa AKP’lileşmek demek, milliyetçiliği ayaklar altına alan zihniyetle aynı olmak demektir. Dolayısıyla milliyetçilikten vazgeçmek demektir.

AKP’lileşmek demek, “Türküm, doğruyum” diye başlayan andımızı okullarımızdan kaldıranlarla bir olmak demektir. Dolayısıyla Türküm diye gurur duymaktan vazgeçmek demektir.

AKP’lileşmek demek, Oslo’da PKK ile görüşmeyi, Habur’da kurulan sınır mahkemelerinde PKK’lıları affetmeyi, Diyarbakır meydanında Öcalan’ın nutkunu okutmayı, PYD lideri Salih Müslim’i kırmızı halılarla karşılamayı, Suriye’deki PYD’ye yardım etsinler diye Barzani’nin peşmergelerini topraklarımızdan geçirmeyi kabul etmek demektir. Dolayısıyla çözüm politikasının bütün günahlarına ortak olmak, bu politika sonucu şehit olan insanlarımızın vebalini taşımak demektir.

AKP’lileşmek demek, Fethullah’la aynı menzile yürüdüklerini söyleyen yapıya katılmak, Ergenekon ve balyoz davalarıyla Türk ordusunu tasfiye etmeye çalışan yapıya dâhil olmak, her istediğini Fethullah’a vermenin sonunda yüzlerce insanımızın şehitliğine yol açan uğursuz darbe girişimine yol açanlarla aynı yolda yürümek demektir. Dolayısıyla Cumhuriyet değerlerini, Atatürk’ün Türklük vurgusunu ortadan kaldırmak isteyenlerle bir ve beraber olmak demektir.

Büyük resim budur. Bugünün manzarası budur. Ülkücüler böyle bir yapının içinde yer almamalıdırlar. Eğer bu yapıyla kendilerini benzer kabul ediyorlarsa milliyetçi olduklarını iddia etmemelidirler. Hâlâ milliyetçilik iddiasında iseler kendilerini kandırıyorlar demektir. Yahut da milliyetçilik kavramına başka anlamlar yüklemişler demektir.

“Adayımızı bulduk.” diyenlere de sözüm var. Büyük resim ortadadır. Seçimi kazanmayacağı açık olan bir adayla yarışa girmek demek, Türkiye’yi felakete sürükleyecek olan büyük resimdeki iş birlikçilere hizmet etmek demektir.

İki arada sıkıştırılmak, dayatmalara maruz kalmak, bize şöyle davrandılar, böyle davrandılar demek… Bunların hiçbiri mazeret değildir. Türkiye’nin geleceğinin söz konusu olduğu büyük manzara karşısında “sen, ben, bizim adamımız” gibi küçüklüklerin yeri yoktur.

Alıntı: Ahmet B. Ercilasun

Posted in Gündem | Tagged , , , , , , , | AKP’LİLEŞEN ÜLKÜCÜLER için yorumlar kapalı
May 08

100 PUANLIK TEK SORU

100 PUANLIK TEK SORU

Son sınıf öğrencileri harıl harıl çalışmışlar. Bütün konuları yemiş yutmuşlar. İletişimle ilgili her şeyi biliyorlar. Öğretmen sınavda 100 puanlık tek soru sorar. Soru şu;

“Beş yıldır bu okulda öğrencisiniz. Benim bir yıldır kapının girişinde hep gördüğüm; sınıflarınızı, koridorlarınızı temizleyen; adı, soyadı gömleğinde kocaman yazılı olan; sizin de her sabah gördüğünüz görevli hanımın adı nedir?? Soyadını yazmanıza gerek yok!”

Bütün sınıf şok olur! Öğrencilerden biri parmak kaldırır;

‘Hocam bir şey soracağım, doğru mu anladım ben, u bayanın ismi Ayşe ise, Ayşe yazınca finalden 100 alıp dersten mi geçeceğim?’ Öğretmen:

“Bak ne kadar doğru anlamışsın.”

Beş dakika sonra sınıfa girdim. Kâğıtları topladım. Tek tek baktım, tek doğru cevap yok. Sadece bir öğrencim şöyle yazmış; ‘Hocam size çok darıldım. Bana iletişim ile ilgili ne sorarsanız hepsini bilirim ama şu an sınıfta kalıyorum, çünkü cevabı gerçekten bilmiyorum.

Ama bir şey fark ettim; o kadını gerçekten yıllardır görüyordum, bir kere dönüp bakmadım. Adını hiç merak etmedim. Oysa bütün hocalarımın adını, soyadını, hatta çocuklarının adını bile biliyorum. Her karşılaştığımda merhabalaşıyorum, ama o hanıma hiç merhaba demedim. Bundan sonra ilişkilerimi çıkar üzerine kurmayacağım.’

‘Ben öyle bir adammışım ki; çıkar ilişkim yoksa insanların yüzüne bile bakmıyormuşum. Sınıfta kalıyorum, ama emin olun hiç önemi yok. Çünkü 15 yıllık bir eğitimde bana öğretilmeyen bir şey öğrettiniz. Bundan sonra o hanıma ismiyle hitap ederek günaydın diyeceğim.’

 Yönetmelik gereği not vermemem gerekiyor ama ben alacağımı aldım ve bu 100 üzerinden 100 alarak bu dersten geçti. İki gün sonra hizmetli hanım yanıma geldi. Bir torba hellim peynirini masamın üzerine koyarak dedi ki;

Hocam size iki şey için çok teşekkür ederim. Birincisi geldiğinizden beri bana her sabah ismimle hitap ederek günaydın diyordunuz. İkincisi son sınıf öğrencilere sınavda bir soru sormuşsunuz, hepsi soruyu öğrenmiş, sabahları ‘ Günaydın Hatice Hanım’ diyerek içeri giriyorlar.

Hocam ben yıllardır bu okulda hep kapının oralarda olurdum. Şimdiye kadar hiç kimse böyle bir şey yapmamıştı, kendimi hiç bu kadar değerli hissetmemiştim. Size çok teşekkür ederim.”

Alıntı: Ahmet Şerif İzgören

Posted in Hikayeler | Tagged , , , , , , , , | 100 PUANLIK TEK SORU için yorumlar kapalı